26 December 2010

merak ediyorum da...

yok başlığa bakıp öyle derinlemesine kafa yoruyorum zannetme sakın, ama merak ediyorum...
mesela evli ve evli olmayan (bekar deniliyor değil mi ama evli olmayan demek daha doğru) arkadaşlarımın facebook profilleri arasında bir inceleme yapıyorum. Gözüme çarpan ise evli olanların, profil resimlerinin iki kişilik olması... evli olmayan ama evlilik yolunda olanlarda da bu böyle... evli olmayan ama ilişkisi olduğunu belirten grupta karelerde hep tek kişi var. O zaman insanlar evlenince bireysel facebook profillerini kapatsınlar, iki kişilik yeni bir account alsınlar... cyber space'de arazi sıkıntısı yok şimdilik ama olsun green potitikalar sanal alem için de geçerli olabilir...karbondioksit salıyorsunuz sanal aleme, karbon ayakizleriniz kirletiyor sanal alemi, haberiniz olsun...
neden takılıyorum buna diye sorguladım bunu? cevabım şu sanırım; evlenince birden bire sevgi kelebeğine, dürüstlük timsaline bürünen insan heykelleri... acaba evlenmeden önce, kaç gişeden kaçak geçtiniz? köprüden önce son çıkış nağmeleriyle kimbilir hangi semtlerde durdunuz... ne gerek var birden superman ya da superwoman kesilme ayaklarına? erkeklere nazaran kadınlar bu namus oyununda biraz daha arsız sanırım...
sonra sonra sevgililer-karıkocalar arası facebook duvar iletişim örnekleri de komik... evli olsun olmasın ikililerin aralarındaki paslaşma hızı müthiş, sanki tek bir beyin, hem söyler hem yazar, AŞKIM LIKE LIKE LIKE... evet hayatım ÖZLEDİM...
merak listeme bir ek de şu; birinin eski resimlerini görmek hiçbirşey ifade etmezken yepyeni görmediğim hali felç sebebim.... nasıl iş bu? açıklama olarak da, varolan arabanız sizi etkilemez, bilirsiniz herşeyini, tam olarak sizin işte... ama yeni caziptir, bilinmezdir... canı cehennemedir... her çirkin araba siyah beyaz resimde güzeldir... çünkü anlamsız objelerin mantıklı gölgeleri olabildiği için yüzünde orantıdan nasibini almamış uzuvlara siyah-beyaz iyi gelir, kapatır...

bugün christmas idi... in-cin top atan sokaklar ve pazar günü sendromunu sevmediğim için bu sakinliği ve tüm şehrin kapalı olması durumunu da sevmiyorum...
neyse bak ne dinliyorum ilaç gibi... Doves - The Man who told everything



Get out of bed, pick up the phone
Time to tell the press
Say to myself, I can't do no-one else
There's a whole world outside

I'm gonna tell it all
I'm gonna sell it all
I'm gonna sell
Get out of bed
Come out and sing
Blue skies ahead
The man who told everything

And I feel, like I'm losing my head
I didn't mean to stay
Lives have been wrecked, and I've picked up my cheque
Catch a plane out of here

I'm gonna get out of here
I'm gonna get out of here
I'm gonna sell
Get out of bed
Come out and sing
Blue skies ahead
The man who told everything

hadi bakalım masmavi gökyüzü bizi bekler mi beklemez mi?

19 December 2010

Erik Truffaz - Let Me Go / feat Sophie Hunger



This is my freedom,
This is my voice,
My piece of Eden,
My blind-eyed choice.

These are my movements,
These are my arms,
This is my trumpet,
These are my... drums.

Let me go (*2)
Let me go (*2)

This is my moment,
Again and again,
I'm not existing,
I have never been !

I am my future,
I'm on my way,
Forever forever,
Let's play, let's play !

Let me go (*2)
Let me go (*2)
----------------------
Sözlerine özellikle yer vermek istedim çünkü bu aralar içinde olduğum durumu iyi anlattığını düşünüyorum. Ayrıca bu güzel şarkıyı bana hediye ederek mutlu olmamı sağladığı için Ahmet Coka'ya da teşekkürlerimi iletiyorum. Günün hatta haftanın müziği benim için budur :)

17 December 2010

09 December 2010

Evet-Hayır

Eğer benim gibi insanlara "hayır" demeyi başaramayan ve sevmeyen gruptaysanız, derdinize deva ilaç gibi bir replik öğrendim bugün...
Başrolde Linda'nın olduğunu söylememe gerek yok bile sanırım....
"Hayır demeyi bilmiyorsan endişelenme; sana hayır demiyorum sadece kendime evet demek istiyorum"
(I want to say YES to myself, don't take it as NO :)
iyi geceler :)

05 December 2010

susam sokağı beyne karşı mıdır?

beyin enterasan bir organ... henüz anlayamadım, tanıyamadım ve teşhis edemiyorum benimkisini... ne renk acaba? kızınca neler oluyor ya da mutlu olunca? alkol olunca nasıl oluyor? ağzı burnu kayıyor mu? bir sürü sorum var ona? okuyor şimdi bunları nasıl olsa... göz ajanlar onun hizmetinde... aslını sorarsan parmak ajanlar da onun diktasında... ben dediğim şey aslında benim beynim... sen de senin beyninsin. aslında hepimiz beynimiz kadarız ama onu bilmiyoruz.
şimdi sayın beyin, herşey senin kontrolünde ya bu yazılanlar bile, o zaman söyler misin bana nasıl gidilir susam sokağına?
evet yanlış görmedin, ben susam sokağına gitmek istiyorum. alfabeyi yeni baştan öğrenmek ve bazı harf kombinasyonlarına hiç maruz kalmamış olmayı istiyorum. ya da o harf kombinasyonlarının benim literatürümde farklı anlamlar bulmasını istiyorum. dünyayı değiştirmek istiyorum. bilmem anlatabildim mi?
karlı yapraklar arasına gizlenmiş kırmızı çiçekle mutlu olabildiğim gibi beni mutsuzluğa iten o harflerden sıyrılmak istiyorum. başka bir varlığın varlığından huysuzluk duyacak raddeye geldiysem söyle o ajanlarına ne yapıp ne edip beni bulsunlar susam sokağında... ben alfabeyi yeniden öğrenmeye gidiyorum...
linda'nın dediği gibi "yaz yaz yaz ki beyninden geçenleri anlayabil"... bilmem anlatabildim mi??
bu yazının şarkısı da Beatles'dan gelsin; çalıyor bak duyuyor musun, kulak ajanlar da devrede:
ALL YOU NEED IS LOVE.... pap pa raraaraa
yaaa anladın mı şimdi?

27 November 2010

geçip giden zamanlar...

yazı ile müzik kahve ve su gibidir... olmazsa olmaz, yani en azından benim için. başlık seçimlerini müzik etkileyebilir... tıpkı bu yazıya başlamamı sağlayan Mirkelam'ın Hatıralar şarkısı gibi...
küçükken yazlık akşamlarında bağıra bağıra söylerdik bu şarkıyı, epey de dalga geçerdik... çocukluk işte... hatta şöyle bir huyumuz da vardı... şarkı sözü ne diyorsa onun tam tersini söyleyerekten şarkı sözlerini kendi kafamıza göre modifiye ederdik.
tez bitti nihayet, ileride geçip giden zamanlarınımın bir kısmında bahasedeceğim bir anı olacak nihayet. sıradaki gelsin bakalım diyorum. büyük konuşmaktan korkarım ama akademik açıdan bu kadar yeter diye düşünüyorum. ileride işleri yoluna koyup ancak felsefe masterı yaparım diyorum ama bu çoooook çook sonra olursa olur... öncelik iş kurmak ve hayatımızı bir tekere oturtmak... ahah hayat bir tekere nasıl oturur? işte tüm mesele ve iç sıkıntılarına sebebiyet veren ana sorun bu...

18 October 2010

pantone

Farkettim ki karşıya  bakmak bana birşey katmıyor. Bir kalem bir kağıt, başımı eğmek... işte başlıyorum yazmaya... delirmedim hayır, bilgisayarsız hayat düşünemiyorum ama kağıdı ve kalemi özlüyorum. bol mektup yazdım, gönderdim sevineceğini düşündüğüm insanlara... gelen cevapların ilk satırı hep aynı duyguyu ifade ediyordu...

"nasıl olsa faturadır" diye elimi attığım ve her zamanki gibi kapıyı açtığım...

itiraf etmeliyim ki insanları şaşırtmayı, şaşırtırken sevindirmeyi ve eğlendirmeyi çok seviyorum... soytarılık aslında benimkisi... vakti zamanında "ben seni eğlendiririm" diyerek birinin hayatına girip sonra da "seni sevip sevmediğime emin değilim acaba istediğim sen misin" diye de gönderildiğim, iyi de şimdi bunu niye hatırladım dediğim vakumlu poşet dönemlerime hoşgeldiniz... Fonda sizlere Bob marley çaldığını da belirtmeliyim hani...

biraz da ilgi manyağıyımdır hani... ilgiyi pek severim. ama bu "aman tanrım en güzeli benim, bana bakın" tarzında değil, böyle değişik... sevgi obezi diyelim...
hani herkes beni sevsin, trende karşımda oturan teyze bana gülsün, yolda giderken hiç tanımadığım biri için karşılık beklemeden birşey yapayım o mutlu olsun, e tabi beni o an için sevmesi yeter...
bir de ben sevmeyi çok severim...
gerçekten bazen içimdeki sevgi ve enerjinin fazla geldiğini düşünüp ne yapacağımı şaşırırım...
herkesi herşeyi severim de ben bir kendimi sevemedim sanırım... hiç sevmem. yani bir ben var benden içeri, ne ben bilirim ne o beni.. öff böyle demiyordu usta ama affet beni, benim kafam bozuk demeyelim de kafam... sıfatımı kaybettim hükümsüzdür...

oh be referans verme kaygısı gütmeden, plagiarism derdi olmadan sallamak ne güzelmiş...
bir yandan da gözyaşı lensinden dünyayı görmek ve anlamak, tavsiye ederim... en doğal lens, hem de hepsi bir arada... ne diye mavi lens alacaksın. tak gözyaşı lensini, hepsi bir arada hizmet ayağına gelsin... hiç anlamam zaten saçının gözünün rengiyle derdi olanları... değişiklik arayışı değil mi? çok sıkılırız kendimizden, ne yabancıyız oysaki ona? hepimizde var o ama hem birbirimizden hem de kendimizden sıkılırız. ben ağlamayı da severim kardeş. ama kimse yokken ya da kalabalık da ağla ama yanında kimse olmasın.. bak işte aklıma geldi 2 sene önce kordon'da tam da alsancak vapur iskelesi'nin orda... oturmuşum bir banka... gözyaşı lenslerim geldi kutu kutu... hava da güneşli oh insanlar da kalabalık telaşlı.. kimse siklemiyor yani beni tabir-i caizse... ama ne oldu, kocaman bembeyaz bir sokak köpeği geldi tam ayağımın üstüne oturdu... şaka gibi? inanmazsın ama gerçek... bak düşündükçe hala bir mutlu ve hoş olurum... hayat işte doğal lensleri kullanırsan sana süprizler de gönderiyor.

bir de fotoğraf çekmeyi, bisikletleri, yemek yemeyi çok severim... yani arabam değil bisikletim olsun isterim... izmir i ve istanbul u çok sevmeme rağmen nerede yaşamak istersin sorusunda hep aklıma ilk hollanda gelir... ne eğlenmiştim ben o exchange'de... hollanda denilince öyle amsterdam değil isteğim, kenarda kıyıda köşede kalmış şehir, nijmegen.... bisiklet=özgürlük... londra'da tırsıyorum o yüzden uzaktan sevmekle yetiniyorum... işte ilerisi için bisikletimin olacağı bir yerde yaşamak istiyorum ben... hele sarhoşken bisiklete binmenin tadı hiçbirşeyde yok, saoğuk hava ile ayılmak master card kankalarla halt etmiş dedirtir adama...

mesaj kaygısı güderdim ara ara... lizbon'da bir ara cebime bir mektup sokuşturmuştum, amerika kıtasındaki dallamaya gidemesin aslında ama ben içimi dökeyim, hazır yakınız da diye.... yapmadım tabi, yapacakken otobüs durağına ayağı sakat 3 tanımadığım zenci yanaştı, onlara yer verdim, üzerine akşam evlerinde yemek yedim... eh deli miyim, yooo insanlara güvendim... her zaman kazançlı çıkmıyorsun ama bu olumlu bir deneyimdi... oturup hep birlikte gözyaşı lenslerimizi giydik o gece... onlar kadınlardan dertli ben amerikadaki dallamadan...çok lazımdı şimdi bunlardan bahsetmek, muazzez ersoy nostalji serisi yapınca patladı acaba ben de bu nostalji serisiyle bomba bir çıkış yapmayı mı istiyorum içten içe nedir, dedim ya bilmiyorum işte... deli saçması..

bu gece benim gecem... konuşacağım anlatacağım bir bir... insanın yattığı yerden gökyüzünü görmesi şart... isterim ki uyuduğum yerlerden hep gökyüzünü göreyim... konformuş, büyüklükmüş istemem, bilakis çift kişilik yataktan nefret ederim, yerde yatmaya ve deniz yatağına bayılırım... büyük yerleri sevmiyorum işte...ama denizmiş okyanusmuş onlar ayrı.

tez bitmedi usta, yapmıyorum ki bitsin... sıkılıyorum ya herşeyden ben, bundan da sıkıldım işte... ay sonunda yolculuk var ülkeme... biliyor musun ne yapmak istiyorum... tabi ki bilmiyorum.... karar vermeye kararsız bir insan var karşında...bu kadar belirsizlik zengini denklem dünyamda bazı sabitler var ki silip atamadığım.... ah o integrallerdeki sabit yok mu o sabit... kurtulamadım bir o sabitlerden... sevmezdim ben integrali usta, ben türevi severdim.. adı bile güzel türev...

hah bir de bazı insanlar var, çok tanımadan tanıyormuşum gibi sevdiğim, gözlerinin içine bakınca gözyaşı lenslerime kavuştuğum... işte ben o insanları arıyorum, çok seviyorum onları daha tanımasam bile ilerde tanışacaklarımı düşünüp mutlu oluyorum... hatta daha tanışmadığım insanlar için bile sevgi besliyorum...

bu arada bizim hope aldı başını gidiyor, çiçekler gelsin şipşak burada...
gitmeden önce diyelim ki "ayşe fatma hayriye, haydi çifte telliye"...

17 October 2010

tez yazmanın homo sapienlere zararları vol.1....

bitsin artık bu çile
distinct olacam bile bile
neslim tükenirse hele
bunun sebebi tezden bilinee

08 October 2010

İstanbul'a kış Londra'ya da yaz geldi...

İstanbul ile Londra'nın havası arasındaki ters orantı tezim artık doğrulandı... İnanılmaz bir güneş ve aydınlık bir gün... ve ben tez yazmak üzere evdeyim... haksızsın :(

06 October 2010

Batının mat olduğu anlar...

Hani hepimiz gavuru takdir eder, yurt dışında gördüğümüz herşeye ayran budalası gibi hayran hayran bakarız ya, bazen öyle şeyler oluyor ki istemeden "şu anda İstanbul'da olmak vardı anasını satıyım" şarkısını söylemeye başlıyorsunuz.
Üniversiteden bir arkadaşımın Londra'da başına gelen olay da bu tezimizi destekleyecek nitelikte... Arabasına dün gece hırsız giriyor. camı kırarak girdiği için her yer kan revan... hırsızın sert bir cisim kullanmak yerine kendini kurban etmesi de ayrıca tartışılacak bir konu ya neyse... biz mağdura dönecek olursak, sert bir cisim kullanmayı akıl edemeyen salak hırsız Tomtom'u çalıyor. sabah bu manzara ile karşılaşan arkadaş haliyle polisi durumdan haberdar etmek üzere aradığında, polisin tutanak tutmak üzere geleceğini hayal ederken kendini, polisin "kanıt var mı, kanıt?" sorusuyla, bizzat polisin yapması gereken işi yaparken buluyor. (şimdi daha iyi anlıyorum CSI gibi dizilerin niye revaçta olduğunu, kendi kanıtını kendin buluyorsun, bunu okulu da olmadığına göre eh diziler sağolsun) ama sağolsun polisler kan izi olduğu için çocuk yaşta bir kızcağızı da örnek almak üzere yollamışlar en azından. işte batının da mat olduğu an budur benim gözümde ama belki benim şark kafamla çözemediğim bir ileri medeniyet unsuru olabilir bu prosedürler zincirinde. Sizce nasıl?

05 October 2010

objektif değilim istersen press 9

Yazıya teslim olmak en iyisi sanırım. Bu yazı objektiviteden uzaktır, kimse kusura bakmasın...

Azimle hedefe kitlenmiş kızlar vardır ya, içi boş ama dışarıdan dolu görünen...
Akıllarında evlenmekten ötesi yoktur, kafeslemek diyelim...
Tüm kızları kendileri gibi zannederler, kıyafetlerini renklendirdikçe, renk cümbüşünün kaynağı olarak iç güzelliklerini gösterirler... en sevdiğiniz rengi sevmez olursunuz, terkedersiniz o rengi...
niye katlanıyorsun diye sorulabilir, katlanılmak zorunda bırakılıyorsunuz, demokratik olmak onların da yaşam hakkına saygı duymamı gerektiriyor ama acıyorum onlara tüm hayatları boyunca maruz kalacak olanlara... neyseki ben hepsinden kurtuldum, ama gelecek için onlardan korunmayı diliyorum tanrım lütfen ama lütfen bu kadarı yeter, muafiyet talep ediyorum...
(Bu haftayı da Coldplay haftası ilan ediyorum bu defa da "The Scientist" dinliyorum, soran olursa .. I'm going back to the start...)

04 October 2010

Coldplay - Fix you

Coldplay'in bendeki yeri apayrıdır, bir konserlerine gitmeden bu dünyadan göçecek olursam gözlerim açık giderim; o derece severim kendilerini...
bu şarkıları grup üyeleri tarafından, yazdıkları en iyi şarkı olarak belirtilmiş olmakla birlikte, chris martin'in bu şarkıyı eşi gwyneth paltrow'un ölen babası için yazdığı da rivayetler arasındadır.




Coldplay - Fix You
Uploaded by EMI_Music. - Watch more music videos, in HD!

01 October 2010

TV'de dizi: This is England 86


Her ne kadar internetin hüküm sürdüğü bir devirde yaşıyor olsak da televizyon hala en "içimizdeki"... dolayısıyla o ekrana yansıyanlar öyle ya da böyle hayatlarımızı ciddi oranda etkileyebiliyor.
Türkiye'de iken hiç bu kadar televizyon izlediğimi hatırlamıyorum. (çocukluk döneminin çizgi film manyaklığını bunun dışında tutalım lütfen) ukalalık olarak söylemiyorum bunu; kaliteli programların eksikliğinden, izlenesi programların da gece yarısını aşan saatlerde gösterilmesinden vb gibi sebeplerle bu listemi uzatabilirim. ama şunu belirtmeliyim ki burada çocukluk günlerimdeki çizgi film manyaklık günlerimdeki halime dönmek üzereyim. tv programları ve diziler o kadar ilginç ki... bizdeki dişi yakarış tarzında saçma ötesi programları da var. Örnek olarak Jeremy Kyle Show verilebilir.  bizim Seda Sayansı, Esra Ceyhansı ortaya karışık bir adamın çözülemeyen gerek aile gerek arkadaş arası alkol, sex, uyuşturucu, çocuk velayeti problemlerine bir grup izleyici önünde çözüm getirmesi. Yani saçma sapan, deli zırvası bir program. Bu saçmalığa ben de şahit olmak istiyorum derseniz, isminin üzerine tıklamanız yeterli...
Konuyu dolandırmadan bu yazının amacına gelelim. Hepimiz Bihter'den Ezel'den Fatmagül'den bir şekilde haberdar ediliyoruz. Takip etmeniz gerekmiyor ama basın saolsun bu dizilerin içeriği hakkında ekranı desteklercesine gündemi pompalıyor. "Türkiye ekrana kilitlendi; Fatmagül'ün tecavüz sahnesi için tıklayın"... eh haliyle neymiş ne değilmiş bakıyorsunuz ya da bakmak zorunda bırakılıyorsunuz ve kahroluyorsunuz. şimdi gelelim buradaki tv dizilerinin olayına. This is England 86 adlı dizide bir arkadaş grubundaki insanların 1986 senesindeki işsizliğin hüküm sürdüğü İngilteresi'ndeki yaşamlarından kesit sunuluyor. dizide fatmagül'ün sahnesine benzeyen tecavüz sahnesi var...sorunlu sapık ötesi bir babanın kendi öz kızına uyguladığı cinsel istismar ve tecavüz konular arasında. (beni de manyak bellemeyin tüm tecavüz sahneli dizileri takip etmiyorum ama bu yazının bir amacı var durun geleceğim noktaya)
Şimdi bu dizinin web sayfasına bakacak olursanız adamlar bu dizide konu edilen olaylara benzer şeyler yaşayanları yardım alabilecekleri yerlere yönlendirmek adına uyarılar da bulunuyorlar; hem her bölümün sonunda hem de web sayfalarında... Bakın bakalım fatmagül ve o tarz dizilerde buna benzer bir uygulama var mı? bizimkiler varsa yoksa sanal reklam alsın dursun... velhasıl eğitim şart, sinirlendim çook...
istanbul'da otoban kenarındaki manzara, tapusu olmasa bile çanak anteni olan evler sürüsüdür. Hatta o kadar çirkin bir görüntüdür ki mantar gibi her yeri sarmıştır o çanak antenler... Gezip gördüğüm kadarıyla Anadolu'da da mantar salgını olarak çanak antenlerden bahsedilebilir. Sözün özü televizyondan fayda sağlamak istiyorsak, fatmagülün tecavüz sahnesini yayınlamak kadar bu tarz olayları yaşamış olanlara da destek olmalıyız... sivil bir toplum olmanın temellerini bu şekilde atmaya başlamalıyız artık...

23 September 2010

şiir sevmem ama yazarım...

Yalnızsam eğer şimdi
hadi uzatsan elini, gelsen geri
sever miyim seni eskisi gibi
özlüyorum belli
seni mi yoksa beni mi?

kafam güzel anladım ki ben MERLOT seviyorum. bir yandan da "sigaramın dumanına sarsam seni" çalıyor "ezginin günlüğü'nden"...  ben de ne diyorum "sigara içmem hatta nefret ederim ama sigaramın dumanına sarsam saklasam seni demek isterim :/"...

Afrikalı dostum

İşaret kaygısı güden yazar okuduğu kitaptan sonra kendisine Afrikalı bir dost edinir. Olaylara farklı anlamlar yüklemek istemiyorum ama geriye sarıp düşününce örtüşen, kesişen kümelerden de etkilenmeden edemiyorum. Afrikalı dostumdan bahsetmiştim size, ufak tefek, beline kadar simsiyah dalgalı saçları hiperaktif kişiliği ile tam bir aslan ve enerji yumağı...
burç manyağı değilim ama burçların dünyayı 12 grup insana ayırmasından ziyade, bölmüş olduğu kişilik gruplarındaki ortak özellikleri ile ilgilenmek hoşuma gidiyor. yani insanları ayıran sınırları sevmesem de ayrılmış sınırlar içindeki ortaklıklar ve sınırlar arası alanlardaki ortaklıklar ilgimi çekiyor. özetle sen ben farklıyız belki ama ortak yönlerimiz ne? ayrıca aslan olanları hissediyorum artık resmen, enerji düzeylerinden olsa gerek :)
konu burçlar değil elbet... konumuz oturduğum evin tam karşısındaki emlakçıda çalışan ve hukuk okuma isteğiyle yanıp tutuşan afrikalı dostum linda ile söyleştiklerimiz... bu sabah yine "tezin için ne yaptın" sorusuna makul cevaplar verebilme isteği ile güne başlamıştım ki birden aklıma "dereotlu poğaça" yapma fikri geldi... küçükken lakabım "boş işler müdürü" idi... sevgili anneciğim beni evdeki boş işler departmanında müdürlüğe layık görmüştü halbuki benden CEO bile çıkardı ya neyse :)
ben genelde midesel gıdalar üzerinde araştırma geliştirme çalışmaları yaparken hep aklıma birileri gelir ve "...ah keşke falanca gelse de beraber yesek" gibi şeyler  düşünürüm. yaşlılık belirtileri olsa gerek, beyin tanıdığı herkesi tarayarak yapılan yemeğe en uygun bireyi seçerek yalnızlığın önüne geçmeyi hedeflemektedir.

neyse işte sabah telefon Linda'dan...
gel dedim öğle aranda çaya kahveye,
ne olursal ol gel, 
yeter ki gel

ben nasıl olsa full time tembelim bu ara, tez bahanesiyle ev duvarlarına da hapsettim kendimi. bu denklem de karışık, size de olur mu bilemiyorum ama ne gezebiliyorum, ne de tez yazabiliyorum öylece mal gibi evde takılıyorum.

Linda geldi, hoplaya zıplaya.abartmıyorum burası gerçek acaip enerji dolu, cidden yoyo topu gibi :) bizim mutfak penceresi meğerse bunun takıldığı sanatçı (artist) ultrasonik yakışıklı ötesi amcanın evine bakıyormuş. önce bir heyecan yaptık karşılıklı, hayır bana ne oluyorsa anlamadım o kısmını. ben de genelde röntgencilik değil ama, oturduğum yerdeki komşularla göz teması gibi kablosuz kişisel iletişim araçlarını kullanmayı severim, onlar beni görmese de umrumda olmaz, ben ortalığı iyice scan ederim. Tam da yolun karşısındaki evlerde hep beyaz saçlı tonton amcaları görünce "ah ne mutlu" diye düşünürken, önünde kocaman bir ağaç yüzünden ne yaptığını göremediğim sanatçı amca çıktı... Yaw bari karşı ev resmim huzurlu olsun, tonton beyaz saçlı amcalar, mutlu genç bir çift var sonra, haftasonları balkonlarında kitap okuyorlar, çiçekleri falan... neyse bu sanatçı amca 44 yaşında olup 33 gösterenlerdenmiş... ama Linda'nın dediğine göre ciddi psikolojik sorunları var imiş ve anladığım eleman bu sorunlarını bahane olarak kullanmaya bayılıyor. Sorunu "bipolar disorder" ya da manik depresif diye tabir edilen kişilik bozukluğu, sorulduğunda ise sebep olarak babasıyla geçirdiği ilgisizlik yıllarını anlatıp duruyormuş. Lindacığımın  "aayyy aşkooommm" tiplemeli bir kız değil kesinlikle, hayatında yaşadığı şeyler için de şu ibareyi kullanıyor "anne babamın yaptıklarını anlatsam hapse girerim"... çok acılı, değişik bir hayatı var... ve gerçek... Linda'nın hayatı yanında mükemmel bir yaşamı olan artist amca sivrisinek bile değil aslında... bir süre beraber oluyorlar ama Linda bakıyor adam düzelecek gibi değil, manyak, karşı koyulmayacak derecede yakışıklı (görmedim bilmiyorum) ama fişi çekiyor... diyorum ya çok güçlü bir kız, bayılıyorum bu özelliğine... neyse aradan 1,5 yıl geçiyor ve olalaaa tekrar hortluyor amcaamız... hikaye burada kaldı devamını ben de merak ediyorum ama konu Linda ile sohbet olunca daldan dala daldan dala oluyor olay...
Sonuç: artist amcanın evinin önünde kocaman bir ağaç olduğu için hiçbirşey göremiyorum. poğaça işine girersem para kazanabilirim. tez için hiçbirşey yapmadım...

21 September 2010

Varsayımlara yer açalım...

Farkettim ki sabit fikirli olduğum için bazı saçma ön yargılarım var. Ama bu her zaman böyle değil. Aslında pamuk gibi olduğumu düşünüyorum ama sanırım doğadaki pamuğun içindeki çer çöp gibi bir sürü siyah benekcik de barındırıyorum bünyemde. Durum böyle ise derdini bilen dermanı da aramasını bilmeli. Herşey ihtiyaçlardan doğduğuna göre içsel arınma programı kapsamında bir dizi değişiklikler yapmaya karar verdim. "Beni sinirlendiren olayların hepsini sevdiğimi" varsayarak adım atmaya karar verdim. Varsayımları seviyorum ve aklıma hep şu örnek geliyor... Lise ve ortaokul yıllarındaki fizik derslerinde gündeme damgasını vuran sürtünmesiz ortam varsayımların en yalancısıydı belki. Gerçek hayatta böyle birşey mümkün olmayacağı için fizik problemlerinin çözülmesine olanak sağlamak adına sürtünmesiz ortam varsayımı hayatımızı kolaylaştırıyordu. İşte bu sebeple bundan sonra ben de hayatıma problemleri çözebilmek adına bir sürü varsayım almaya karar verdim... Adı üzerinde varsayım işte, gerçeklikten uzak problemsiz hayat...

20 September 2010

seni görüyorum...

hiç tanımadığım, uzak diyarlardaki insanların göz bebeklerinde beni görebiliyorsam bu sendendir, sendeki bendendir...

17 September 2010

Tutulma - Edward yok ama idare ediniz ben varım :)

Notre Dame'ın kamburuna benzediğim ya da Fred Çakmaktaş gibi tutulup kaldığım için yatay düzlemin verdiği konforla sesleniyorum. Vilmaaaa Vilmaaaaaa yetiş :)
Londra'da yakı bulmayı beklemediğimden, teknoloji harikası oksijen ile temas ettikçe belli bir sıcaklığa ulaşan sıcak bantlar ile biraz biraz iyi hissediyorum, ama geceleri tabutta yatarmışcasına tavanı izlemek, hayat denklemleri kurmama çok yardımcı oluyor cidden. tavsiye ederim. Bu genç yaşta düşmüş olduğum bu durumu gelecek yaşlarımın bana telgraf çekmesi olarak yorumluyorum.
Eski pakistanlı ev sahibimizin bir aylık kira kadar tutmakta olduğu depozitomuzu geri vermek istememesindeki haşin ısrarını, hiç tanımadığımız bir insanın yardım elini uzatmasıyla öyle güzel kırdık ki, hayatımdaki ilk çeki de bu sayede almış bulundum dolayısıyla. uzun uzadıya anlatıp kafa şişirmek istemiyorum ama bu sonuca ulaşmamız cidden mucize oldu diyebilirim. çünkü ev sahibimiz bizi mahkemeye vereceğini söylemişti ama haklı sebeplerimiz karşısında OK NE KADAR YAZIYORUM diyerek çeki yazıp elime tutuşturdu. henüz para hesabıma geçmemiş olduğu için bir rahatlama moduna geçemedim ama yabancı bir ülkede kanunu bilmediğini sanarak insanları aptal yerine koymaya çalışan solicitor bozuntusu adamı bozguna uğratmanın keyfine vardım. bunu tek başıma başaramazdım, hiç tanımadığım bir insanın HAKSIZLIĞA DAYANAMIYORUM diyerek bizimle gelmesi ve yardım etmesi işte beni hayata bağlayan ve şükrettiren sebep. inandığın sürece yalnız değilsin, bunu hissetmek çok güzel bir duygu. hayatı seviyorum, teşekkürler bir kez daha...
 :)

13 September 2010

düşünüyorum


geciktirmeden yazmalıyım dediğim güzel konser anılarımı kafa karışıklıklarım esir aldığından bohem dünyanın kapılarını aralayacağım. 12 Eylül sanırım tarihsel açıdan kendini hatırlatmaya ayarlanmış bir tarih. darbeci anayasaya karşı sözde demokratik, özde bullshit bir anayasanın demokratik koşullarda oylanmasından çıkan haksız sonuçların göğüsleneceği günler bekler güzel ülkemi... kıyı şeridinde gösterilen direncin iç bölgelerde olmaması, biz-siz ayrımını belirginleştiren bu koşullarda evet biz artık azınlığız... 12 DEV ADAM ne yapsın? yine de helal olsun, büyük başarı. ama yine de içim sıkılıyor, uykularım kaçıyor. varsın bakalım bu "demokrasi" Türklerin elinde nasıl maymuna dönecek cümle alem görsün?

08 September 2010

mesaj kaygısı güden insanın buldukları...

Dün yazı yazarken açık olan TV'den bir söz kulağıma çarptı, çarptı diyorum çünkü gerçekten çok hoşuma gitti, ne yazık ki filmin adını sanını cismini yakalayamadım ve bulamadım... "spirituality is not a religion. Religion divides people whereas spirituality unites them."

Afrikalı Leo - Amin Maalouf


Okuduğum her kitabın bir hikayesi oluyor muhakkak. Ve bu hikayedeki kahramanlar ile kitabı okuduğunuz süre içinde görünmez bir ilişki içinde oluyorsunuz sanki. Bahsettiğim kahramanlar kitaptaki kahramanlar değil, size kitabı ulaştıran, bulaştıran, tanıştıran kişiler. İşte bu yüzden birinden kitap hediye almak ve birine kitap hediye etmek çok hoşuma gidiyor. Bazen fiziksel anlamda bu hediye alışverişi gerçekleşemese bile, fikrine, içgörüsüne değer verdiğim insanların tavsiyelerine hep önem veriyorum. İşte bu defa da başlıkta sözü edilen kitabı bana ulaştıran, blog sayesinde tanıma fırsatı bulduğum can dostum ikram oldu.
Havaalanında beni uğurlarken bu kitabı bana hediye etmek istediğini söyledi. İşin güzel tarafı, kitabı okuduğum sürece "yalnız değilim" duygusu çok hoşuma gidiyor. neyse uzatmadan kitapla ilgili düşünce ve paylaşımlarıma geçmek istiyorum.

"Afrikalı Leo, gerçek bir yaşam öyküsünden çıkarılmış düşsel bir yaşamöyküsü: "Bir berberin sünnet ettiği, bir Papazın vaftiz ettiği" Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez Zeyyati alias/namıdiğer Giovanni Leone de Medici'nin, Leo Africanus yani Afrikalı Leo'nun özyaşamöyküsü - yazmış olsaydı yazacağı gibi... Amin Maalouf, bu ilk romanında - daha sonra Semerkant, Tanios Kayası, Doğunun Limanları, Yüzüncü Ad ve öteki romanlarında da yapacağı gibi- tarihle/tarihten olağanüstü bir halı dokuyor. Bir uçan halı... " (Kitabın arka kapağından aynen alınmıştır.)

şimdi bu aralar biraz takık olduğum şey ise kitabın orjinal dilinde basıldığı tarih ile türkçe olarak ilk basıldığı tarih arasındaki fark. Bu kitabımız ilk olarak 1986 yılında basılmış 1993 yılında ise Türkçe'ye çevrilmiş. (Ben 2010'da okudum, utanç verici benim açımdan)

Gelelim hediye olarak aldığınız kitaplardaki serüvene... Özellikle size verilen kitapta, ulaştıran kişinin (kahramanın) izlerine raslamak ise çok eğlenceli. Altı çizilen satırlarda özellikle durup düşünüyor ve diğer tarafın neler düşünmeye çalıştığını hayal ediyorsunuz.

Altı çizilesi yerler ve notlarım ise şöyle;

s.11 - "Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyancası konuştuğumu duyacaksın; çünkü bütün diller ve bütün dualar benim dillerim, benim dualarım. Fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrı'ya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim."
s.22 - "... Tanrı böbürlenen insanları sevmez."
s.40 - "Ölüm yaşamımızın iki ucundan tutmakta:
           Yaşlılık ölüme, çocukluktan daha yakın değildir."
s.143 - "Sen ki bunca kitap okumuşsun, çok uzun zaman önce bir sultanın annesinin, oğlu doğduğu zaman ne dediğini bilmiyor musun? Akıllı olman için dua etmiyorum. Akıllı olursan aklını güçlülerin hizmetine verirsin. Talihli olmanı istiyorum ki akıllı insanlar sana hizmet etsinler."
s. 159 - "Bir toplum en güçsüz bireyini yalnız bıraktığı anda dağılmaya başlar." (bu en sevdiğim kısmıydı)
s. 182 - "Bedevi bir kadına bir gün en çok hangi çocuğunu sevdiğini sormuşlar. Kadın şöyle yanıt vermiş: 'Hasta olanı iyileşene kadar, en küçüğünü büyüyene kadar, yolda olanı da eve dönene kadar."
s.199 - "Birçok kişi varsıl olmak için dünyayı dolaşır. Oysa sen, oğlum, dünyayı dolaşırken varsıllığa rastlayacaksın." (ehheeh bundan istiyorum ben de)
s.205 - "... varsıllık ve güç, sağduyunun düşmanıdır. Bir buğday tarlasında kimi başakların dik durduğunu, kimilerinin de boyun büktüğünü görmüyor musun? Dik duranların içi boştur. Öyleyse seni bana getiren, ve böylece Tanrı'nın yardımıyla sana varsıllık yollarını açan alçakgönüllülüğü elden bırakma."
s.208 - "Yaş yirmi olursa, akıllıca davranmamak akıllılıktır." (ben bunun her yaş için geçerli olduğunu düşünüyorum ihihi)
s.321 - "Erdem, eğer bazı kabahatlerle yumuşatılmazsa sağlıksız, inanç kimi kuşkularla gölgelenmezse sağlıksız olur." (***** :)
s.373 - "İnsanların görüşünü dar bulduğun zaman kendi kendine Tanrı'nın ülkesinin çok geniş olduğunu söyle; O'nun elleri çok geniştir, O'nun yüreği de çok geniştir. Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler, inançlar aşmak fırsatı çıktığı zaman hiç duraksama." (belki de en sevdiğim kısmı buydu, son)

07 September 2010

U2 İstanbul Konseri ve düet...

Sanırım dün bütün İstanbul Olimpiyat Stadı'nda U2 konserindeydi...Uzakta olunca ancak facebookdan yapılan güncellemeler sayesinde kim nerede ne yapıyor gibi bilgilerine kolaylıkla erişebiliyorsunuz. (şu an yoldayız, şu an kuyruktayız, OMG OMG) (tamam ayrıca sinir de oluyorsun o ayrı)
Konsere gitmek gibi olmaz tabi ama aşama aşama gitmiş kadar hissettim neredeyse.
Konserin ilginç tarafı U2'nun düet yapmak üzere Zülfü Livaneli'de karar kılmış olması. Zülfü Livaneli'nin twitter hesabındaki bilgilere göre Ferhat Göçer ve Zülfü Livaneli arasındaki düet çekişmesinde U2 tercihini Zülfü Livaneli'den yana yapmış. Kesinlikle çok daha doğru bir karar olmuş. Ama yine işin ilginç yanıdır ki Türkiye'nin siyasi konularına karışmaktan kendini alamayan Bono zamanında ermeni soykırımını tanımayan Türkiye'yi ayıplamışken şimdi Zülfü Livaneli'yi seçerek her tarafı sanki memnun etmek ister gibi bir hamle yapmış.
Neyse konumuz müzik olunca yapılan düete yer verelim...


U2 Istanbul - Bono & Zülfü Livaneli Düet
Uploaded by sazsozben. - Music videos, artist interviews, concerts and more.

bol bilinmeyenli denklem ve bazı sabitler

aralıksız izlenen romantik komedilerin bünyede yarattığı tarifsiz duyguların, filmin mutlu veya mutsuz sonla bitmesine bağlı olarak değişkenlik gösterdiği bünyemde hiçliğin yarattığı boşluk mu yoksa boşluğun doldurduğu hiçlik mi baskın güç?

05 September 2010

Bir Pazar Sabahı

Eski evimizde tüm çiçeklerini dökmüş, kel aynak gibi iki sopadan ibaret olan orkideyi yeni eve taşınmamız sırasında, sokaklarda elimde taşırken bana çok gülmüştü ev arkadaşlarım... aslında şunu kabul edebilirim, biraz "homeless" gibi bir haldeydim, elimde saksı ve saksının içinde ümitsiz bir çiçek... ama ben yalnız bırakmak istemedim onu, orkidelerin çiçeklerini dökse bile atılmaması gerektiğini zamanı gelince yeniden çiçeklendiğini biliyorum... ayrıca bir de eski çiçeklerimi özlerken Londra'da bana yoldaş olacak bir çiçek bulmam gerekiyordu işte buldum, adı HOPE :) bu isim de çok klişe biliyorum ama yine bin bir dert arasında emlakçılarla uğraşırken yeni emlakçımızdaki Cindy (isme aldanmayın hint asıllı bir ingiliz, kocası müslüman olduğu için sonradan müslüman olmuş ve kendi ailesi tarafından dışlanmış) elimdeki çiçeği görünce "aa bunu niye getirdin ki?" gibilerinden beni yadırgadı, ben de o sırada hemencecik bir tomurcuk parçası gösterek "bak işte, umut var bunda" (there is HOPE) dedim... herkes gülmüştü... ehehe işte bizim HOPE yeni yerini sevmenin gazıyla küçük bir yaprakcıkla gelecek çiçeklerini müjdeledi...
 mutfak penceremden bu satırları yazarken bir yandan da ev ahalisinin kalkmasını ve onlar için hazırladığım süpriz kahvaltıyı görmelerini istiyorum. Menümüzde zeytinli ekmek var. Umarım güzel olmuştur. Sonrasında ise Londra'nın belli başlı sokaklarının trafiğe kapatılıp bisikletlerin tekeline geçmesine destek vermek üzere Mayor of London's Sky Ride a katılmayı düşünüyoruz.

29 August 2010

Pozitif Düşüncenin Sihirli Gücü - Prof. Dr. Nursel Telman



İtiraf etmeliyim ki bu başlıkta bir kitaba asla elimin gideceğini düşünmezdim. Bir bakıma ben para verip almadım, halamın kütüphanesinde eşinirken karşıma çıkıverince, babannemin de ölümü üzerine, "eh bundan iyi zaman mı olur kardeşim, sihir mihir de diyor, denemeye değer" diyerek başladım okumaya... kitabın kendisi ince, ama benim gibi üşengeç birinin elinde gezgin oldu, İzmir'den Londra'ya uzanan yolculuğumda çantamın vazgeçilmez konuğuydu.

kendimi oldukça pozitif bir insan olarak gördüğümden, tipik bir aslan kibiriyle (aslanız zaten ama neyse) "heheyt ben pozitivizmin kitabını yazarım" kafasındaydım. ama gördüm ki işler biraz farklı olabiliyormuş. Yani ağzımıza sakız yaptığımız güzelim kelimeler içleri dolunca daha çok tat veriyormuş. kitapta altını çizdliğim bazı yerleri paylaşmak üzere bu posta giriştiğim için kitabı okumayanlara spoiler olabilirim. gerçi sürükleyici bir roman olmadığı gibi spoiler olmanın da bir sakıncası olacağını sanmıyorum. örneklerle birlikte teoriyle harmanlanmış, okunası bir kitap diyelibilirim.

şimdi fasulyenin faydalarına geçebiliriz...

1. Öncelikle kitapta size sunulan küçük bir test ile A veya B tipi olarak belirtilen insan gruplarından hangisine ait olduğunuzu öğrenebiliyorsunuz.

2. pozitif düşünce olarak her yerde karşımıza çıkan bu kelime öbeklerinin içini dolduracağımız kısım ise özetle şu; pozitif düşünce=rasyonel düşünce veya alternatif üreterek düşünme

Sıkça kullandığım "herkesin kendine göre geçerli bir sebebi vardır" lafına akademik açıdan da destek bulmanın gururuyla " yaşanan olayları, yaşam sürecimizde edindiğimiz kalıpların hakimiyetinde değerlendiririz" (sy.64).
(tez yazdığım bu dönemde emeğe saygı kapsamında alıntı konusundaki hassasiyetimi gözler önüne sermek istedim :)

kitapta hafıza ve bilinç kavramları detaylandırılırken düşünce sistemini yeniden yapılandırmaya yardımcı olacak 3 aylık egzersizlere yer verilmiş.

Birinci ayın egzersizi: (sy. 80)
Gözünüz kapalıyken gözünüzü açıp kapamak suretiyle gözünüze ilk çarpan obje hakkında aklınıza gelen kavramları listelemek gerkeiyor. Burada amaç aklınıza ilk gelen şeyin haricinde hafızanızda o objeye dair "başka nelerin olduğunu" açığa çıkarmak. Bu oldukça kolay bir egzersiz, zamandan ve mekandan bağımsız her an her yerde kolaylıkla uygulanabilir.

İkinci ayın egzersizi:
İlk ayda yaptığınız egzersizde seçmiş olduğunuz objelerin daha karmaşık olanlarına uygulanmak üzere "başka ne var?" sorusunu sormak gerekiyor. Örnek olarak insan, ev ve ağaç verilmiş.

Üçüncü ayın egzersizi:
bu sefer işin içine duygularımız giriyor. örnek olarak "sevgi" kavramı verilmiş. amaç düşündüğünüz duygu hakkında hafızanızda o konu ile ilgili yer alan bütün bilgilerin bilince gelmesini sağlamak. ardından "nefret" kavramı için örnekleme yapılmış.

üç aylık "başka ne var" sorusunu uyguladığınız basit obje- karmaşık obje- duygu (sıraya göre) egzersizlerinden sonra hedeflenen hafıza ve bilinç arasındaki sinir ağlarını devamlı aktive ederek, iletişimin hızlanmasını sağlamak. bu sayade aklınıza ilk gelen düşüncenin esiri olmaktan kurtuluyorsunuz. çünkü bundan sonra gelecek uyaranların tanımlanmasında bilinç tek bir malzemeye bağlı kalmamış olacak, yani başka bir deyişle içinden seçebileceği bir çok alternatif olumlu ve olumsuz bilgi olacak.

kitapta bahsedilen başka egzersizler de var fakat emeğe saygı kapsamında bu kadarla yetinelim. özetle konuyla ilgisi olanlara tavsiye ederim :)

Öncelik sırası

Kargaşa bulutum büyüdükçe önem sırasına koymam gerekenler kafamı karıştırabiliyor. Geçmiş yıllarda çalışmış olduğum firmadaki amirim (müdürüm) (bayılıyorum amirim lafına çok gırgır, adam genel müdür bile olsa benim üstümdeki herkes amirim tıpkı sıfırdan büyük her sayının + (pozitif) olması gibi... aaa bak doğru söyledim, sıfırdan büyük olan herşey pozitif ister 100 ister milyon olsun) bana "işlerini prioritise etmelisin aksi takdirde herkesi memnun edemeyeceğin gibi başarısız olacaksın" demişti... bir bakıma haklıydı aslında, şimdilerde düşününce hak veriyorum kendisine. depozito konusunda ilerleme yok, aç gözlü pakistanlı ev sahibimize her gün kötü enerji ve dileklerimi göndermekle yetiniyorum şimdilik...
içimde ise şöyle bir his var, bisiklete binip yeşilliklerin içinde kaybolmak istiyorum, huzura ve suya doğru :) yanımda fotoğraf makinem, ve kahkahası bol renkli dostlarla... güzel kitaplar okudum bu ara, internet bağlansın diye beklerken, daha doğrusu kramplardan kramp beğenirken, özlenen aktivitelere fırsat buldum, mektup yazdım... devam edeceğim...

18 August 2010

Taşınmaca kaldırmaca götürmece

Sessiz kalmak için kendimce sebeplerim olduğu için güya aslanlara bahşedilen ağustos ayının çoğunu endişe bulutu içerisinde geçirdiğim için kendimi kutluyorum. 9 ay önce binbir zorlukla bulmuş olduğumuz evimizden yine binbir zorluk ile taşınıyoruz. en azından bu defa ev bulma kısmı zor olmadı diyebilirim ama varolan ev sahibimizin avukat olması ve açgözlülüğü yüzünden türlü stres ve sıkıntılar içerisindeyiz. içeride 1 aylık depozitomuz olduğundan mütevellit o parayı alıncaya kadar da stres düzeyimiz kendini koruyacak sanırım. tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de 3 bayanı ofisinden kovması kendisine "denyo of ages" ödülünü vermeme sebep olacaktı ki işin ucunda depozitomuz olduğu için sessiz kalmak zorunda bırakıldım(k).
gerçekten yabancı ülkede kim kimi ne kadar dürtebilirse mantığıyla hareket ediliyormuş, yaşayarak deneyimleyerek öğreniyorum.
ON THE JOB TRAINING, FUN FUN FUN :/
yarın ise emlakçıdan kaldığımız evin durumunu kontrol etmeye gelecekler. herşeyin bir prosedürler silsilesi içinde işlemesi iyi mi kötü mü bilemiyorum. ama öğrendiğim birşey var, başıma bir iş gelecek olursa karşı tarafı en iyi etkisiz hale getirme yolu PSİKOLOJİM BOZULDU, KENDİMİ TEHDİT ALTINDA HİSSEDİYORUM... bunlar anahtar kelimeler. madem öyle bundan sonra böyle... biraz sinirliyim de. hayatıma yön verememiş olmamın ağırlığı altında ezile büzüle bir hal alıyorum. burada yaz mevsimi de yaz gibi olmadığı için serin giden havalar beynimi sersemletmek yerine tam randıman çalışmasına olanak veriyor. bu da şu anlama geliyor ki kafa karışıklığım hiç bitmiyor, beynimin içindeki vıdı vıdı yani. sürekli ON.
şimdilik bu kadar... güneş açıncaya dek, astalavista...

09 August 2010

fonksiyonlar

konumuz nedir diye sorarsanız hayal kırıklığı diyelim. hepimiz öyle veya böyle yaşıyoruz bu duyguyu. temelinde beklentiyle örtüşmeyen realite sonucunda ortaya çıkan bu duygu insanı düşünmeye sevkeden kimi zaman yapıcı kimi zaman da yıkıcı olabilen bir olgudur diyelim. peki bu beklenti denilen şey nedir? kontrol edilebilir mi? varlığı mı iyidir yokluğu mu? yoksa beklentinin varlığını iyi ve kötü gibi nesnel şeylerle adlandırmak adil midir?

kafam karıştı şimdi, ortada bir fonksiyon var. f(x). kendisi hayatımız olur esasen. x de bu beklentilerimiz desek... işte o zaman başlar çeşitli denklemler oluşmaya. ben diyorum ki beklenti olmadan hayat olamaz... yani yapanlar vardır ama benim durumumda aksi sonuç vermiyor sanırım. konu dallanıp budaklanmadan, benim kafam da oldukça karışmışken, kısa kesmek faydalı olacaktır.

02 August 2010

Doğumgünü



Eveet bir çentik daha attık duvara... ani bir süprizle mumlarımı üflerken dileğime odaklanamadım ama umarım herşey çok güzel olur :)) bu yazı da kendi kendime doğumgünü armağanı olsun. okuyanlara da şans getirmesi dileğiyle, iyi ki doğmuş muyum nee :))

28 July 2010

Deneme...

Herkes deniyor ben de denemek istiyorum... deneme diyebilirsin ama tutamıyorum zamanı, kenan doğulu bile tutamamış ben mi tutayım (kötü oldu kabul)

tamam yine classic fm yayında ve beni düşüncelere sevkedecek derecede anlamlı çalıyor, ikincisi The Box filmini yeni izlemiş olmam Donnie Darko sonrasında hayal kırıklığı yaratmış olsa da, filmden çıkabilecek güzel alıntılar ve dersler vardı allah için...

birincisi "hayatımızın kendisi bir kutu aslında, içinde yaşadığımız ev bir kutu, izlediğimiz televizyon bir kutu ve biz bununla kendimizi öldürüyoruz. ölünce içine girdiğimiz bir kutu..." bu böyle uzayıp gidebilir... kutu yerine sınırlandırılmış demek geliyor içimden. hayatımızın her anında bir sınırla çarpışıyoruz. İlginç gelebilir ama çok basit bir yöntemle insanın istediği anda herşeyi yapabileceğini ve değiştirebileceğini kendime kanıtlamış oldum. Nasıl mı?

Bulaşık yıkıyorum, eylem basit. Her zamanki gibi içi yarıya kadar çay/kahve dolu muglar lavabonun içinde. çay veya kahve koyu renkli sıvılar... hayatımızdaki ya da vücudumuzdaki kötü düşünceleri sembolize etsin. bir yandan da muslukdan sabit hızla saf temiz yeni su, içi yarıya kadar kahve/çayla dolu olan bardağın içine nüfuz ediyor. bardakdaki su seviyesi ilk etapta aynı koyulukta yükselirken belli bir süre sonunda taşarak taşarak bardağın içindeki koyu sıvı saf suyla yerdeğiştirmiş oluyor...
bunu gözlemlerken birden bire "hiçbirşey için geç değil" dedim kendi kendime.

ama diğer taraftan da bardağın içindeki koyu sıvıyı sembolize eden ya insanlar olsa dediğimde, tanıştığın her seni insan eski kötülerini kovamayacak ki. dahası aşağıdaki kötüler yeni gelenleri etkileyecek... ben o kötü insanları yoksaymak istiyorum. keşke hiç olmasalardı...

26 July 2010

Arayı açmak...

Evet, nerede kalmıştık... Türkiye'deki tatilim ile ilgili farklı hayaller kurarken, babaannemi kaybetmenin verdiği şeyle (buraya uygun kelime bulamadım) bambaşka bir düzlemde geçti herşey... evet aynen hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi geçti. fotoğraf çekmek için kullandığım makinama video kamera muamelesi yaptım bolca... çünkü resimler tatmin edemedi beni ve zamanı yakalama sevdamı... dedemle sohbetlerimi ve anılarımı kaydettim bolca... farkettik ki gidenin ardından en güzel anı onunla olan videolarınız... resimler de bir nebze tuz bassa da yaranıza, izlemek istiyor insanoğlu...

döndük dolaştık geldik yine Londra'ya... her gidiş ve dönüşün barındırdığı "bundan sonra"larla başlayan bol başlangıç cümleleri kazıdım kafama... bakalım ne kadarını başaralabileceğim.

bu aralar gündem yoğun tabi 21 ağustos'da çıkmak zorunda olduğum bir evim beni yeni bir barınak arayışına itiyor haliyle... acılı edebiyat oldu burası... neyse gece gece bu kadar kanırtmasam iyi olacak. masam hala dağınık, yapılması gidilmesi gereken yerlerin broşürleri ile dolu, mektup yazacağım insanların adresleri de önümde...

karar verdim pub'ı da bırakıcam, bardağı taşıran damlalar beni yoruyor artık... sanırım başka iş arayışlarına da başlamam gerek... bir yandan da tez için çalışmam gerek, teknik olarak 9 haftalık bir sürecin içindeyim ve gün başına 459 kelime yazarak 20000 kelimelik tez için iş dağılımını insanı bir şekilde gerçekleştirebilirim ama ah o tembellik...

ey hayat yapacak ne çok şeyim var değil mi? seni seviyorum ama yine de, sunduğun renkler, gösterdiğin yüzler ve atraksiyonların için...

b.

02 July 2010

Nedir bu?



Öncelikle ricamı kırmayıp babaannemi ve dedemi, mutlu bir şekilde hatırlamama yardımcı olacak bu çizimi ile yazımı renklendiren Ahmet Coka'ya teşekkürlerimi iletmek istiyorum.

Ölüm insana gerçek gelemiyor işte... Gidenin uzaklara gitmesi ve sanki bir gün geri gelecekmiş hissini konduruyor kalplere. En son 2009'u uğurlayıp 2010'a girerken görmüştüm onu. sonra hasret kuşu serimize Londra'dan devam ederken nisan ayının başında rüyamda babaannemin bana BEN GİDİYORUM demesi ile irkilmiştim. işte meğerse o zaman vedalaşabilmiş meğerse benimle. 14 haziran'da verilen son nefesi 3 gün daha ileriye alabilseydim belki bir kez daha elinden tutup öpebilecektim ama işte hepsi boş, hepsi laf...

Acınızın başkaları üzerinden size etkilerini çok net görebiliyorsunuz. Dedemin üzüntüsüne, babamın üzüntüsüne de üzüldüğümü farkediyorum. Dedeciğim 68 yıllık hayat arkadaşını yitirmenin hüznünü yaşarken, babam da annesinin gidişine BURNUM SIZLIYOR ACIDAN diyerek veryansın ediyor.

Ben ise sadece rahmetli babaannem gibi NEDİR BU diyorum...

16 June 2010

bitsin artık bu çile, propose edemem bile bilee :)

Gözümden yaş değil uyku akıyor... proposal yazmaya kasıyorum, sıkıldım...yüksek dozda kafeinden midemdeki yanmanın haddi hesabı yok. sabahlama niyetiyle yola çıkıp, eşeğimin çüş demesi münasebetiyle yatağıma yollanacağım sanırım. Nasıl olsa deadline perşembe günü... yarın uzun olacak besbelli...

11 June 2010

şiirsel denemeler ve dedemin doğumgünü

Londra akşamları uzun, keyifli ve serin...
yaprak enflasyonuna uğramış dallardan savrulan
uçucu kar taneleri eşlik ediyor, çayıma, birama, suyuma...
her ne kadar bir gıcıklık olsa da boğazımda,
şikayet etmiyorum alerjik semptomlara.
Bahar sonuçta...
her ne kadar Türkiye'de yaz da olsa...

şiir sevmem, ya da sevmezdim. bilerek isteyerek şiir kitabı alıp okumadım haa biri hediye ederse el mahkum okurum o ayrı... nerden çıktı bu şiir konusu ben de anlamadım yazayım dedim. içi kıpır kıpır olur ya insanın ama bir de buruk. Bugün dedemin doğumgünüydü, ona kart yollamıştık kardeşimle bu haftanın başında... Seviyorum bu ülkedeki her duruma, ihtiyaca göre kart bulunabilmesini... Hemen günün anlam ve önemine uygun üzerinde 90 yazan güzel bir kart seçildi... Dedem 96 yaşında olduğu için, itina ile sıfır rakamı altı rakamına dönüştürüldü... içine güzel bir dörtlük tasarlanıp özenle yazıldı... kartı alan dedem ve tüm aile fertlerinde mutluluk dolu gözyaşları etkisini gösterirken, biz uzakta olanlarda ise burukluk ve özlem kendini hissettirdi... neyseki haftaya şu ödev zımpırtılarını teslim etmeyi başarıp sımsıkı sarılabileceğim dedeciğime...

seviyorum sahip olduklarımı, hayatı, yaşamayı
biz hüzün kaplıyor bazen
uzaklardan derinden
ama biliyorum ki çok içten...

31 May 2010

Virajı alalım bakalım...

Uzun zamandır süre gelen plan program işlemlerimi kısmen hallettim...17 Haziran türkiye biletimi aldım, ardından 8-12 temmuz hollanda, sonra yine türkiye ve 19 temmuz'da ise londra'ya dönüş... start verildi 17 gün ve benim yetiştirmem gereken 3000-4000 kelime arası 3 tane paper... ahah canım o da ne ki derseniz, ben daha yeni başlıyorum öfff öff...emniyet kemeri falan takmıyorum arkadaş, saldım gitti...

16 May 2010

Chicken-Kitchen

Çok yoğun bir geceydi pubda yine. Müşteriler gibi ben de bazen kendimi canlı müziğe kaptırınca hatlarım kopuyor işte. Tıpkı bugün salata sosu soran müşteriye, "I have to check it with the kitchen" diyeceğime "I have to check it with the chicken" diye cevap verdim. Sonra ne mi yaptım, kaçarak uzaklaştım tabii, buna benzer bir hatayı da zamanında bir seminerde konuşma yaparken sökük yerine dikik diyerek, ve didik kelimesini sikik olarak söylediğimi zannederek, utancımdan gülme krizine girmiştim sahnede... tüm katılımcılar bayan olduğundan utancım bir nebze de olsa azalabilmişti ama yine de çok kötüydü çook :)

14 May 2010

orada olduğunu bilmek/unutmak/farketmek :)

Bazen birşeyin nerede olduğunu bilip unutursun ya, işte öyle zamanlarda, yani unuttuğun zamanlarda, olması gerektiği yerde onu aramasını bilip, orada olduğunu görüp mutlu olmalısın... kısaca gözlüğün aslında başının üzerindedir ve sen gözlüğünü ararsın, ama bir hamleyle elini başına götürüp onu orada bulduğun zaman... işte o zaman gülümsersin :)

08 May 2010

pms etkileri...



"yaşlanıyoruz yaa ne olsun :) öğrencilik ve hayata boşvermişlik var sanırım artık. ben de umur alanımı daralttım o yüzden pek umursamıyorum, ya da umursamadığımı sanmaya zorluyorum amaaan ne olsun işte, çikolatasızlıktan kaynaklanan endorfin eksikliğinde ortaya çıkan tüm defectleri bünyemde bulunduruyorum ne diyim daha."

tüm bunların sebebi pms. ben masumum ihihi

07 May 2010

Etkilendim...

Barda part time çalışmaya başladığımdan bahsetmedim değil mi? bu uzun bir konu kısaca geçiştirmek istemem bunu. neyse konumuz ise 19 yaşındaki Avustralya'lı Heath'e soruyorum, planın ne dostum? bu yılı Londra'da geçirip, sonra Kanada'ya eski kız ardakaşımın yanına gidip orada master yapmak istiyorum diyor. Diyorum ki dostum emin misin exden next olmaz derler, ya da buna deyeceğine inanıyor musun? EVET diyor kesinlikle... ne kadar ilginç değil mi kimileri eski ilişkilerine ne kadar da ... buraya sıfat bulamadım ama takdir belirten bir sıfat iyi giderdi diye düşünüyorum. etkileyici işte ya da ben yaşlanıyorum sanırım :/

03 May 2010

Bu ne şimdi...

Vietnam lokantasında garson kıza bayanlar tuvaletinde tuvalet kağıdının bittiğini söyledim... OK dedi. ben masama döndüm tam bir fondipin ortasındayım, hatun kızımız elinde bir tuvalet kağıdıyla bana doğru geldi ve elime tutuşturdu tuvalet kağıdını... bu ne şimdi dememe kalmadan 'high' olmanın etkisiyle "cheers" dedim, sanki çok normalmiş gibi elimdeki kocaman rulo tuvalet kağıdıyla tuvalete gittim... dahası tuvalette zaten bir rulo tuvalet kağıdı olduğunu farkettim... of ya özetle rezil oldum. tabi chopstickle sigara içmem de cabası... durun bir dakika yaw ben hayatımda sigara içmedim, sigaradan da nefret ederim. iyi geceler :()

11 April 2010

Sonunda izledim:ISSIZ ADAM

Blog canmış meğer...
Gecenin bir yarısında ses etmek istediğinde sessizce beni dinleyenmiş...
Söylesem güler misin, yoksa "tipik sen" mi dersin bilemiyorum ama üzerinden zaman geçmesine ve popülist yaklaşımlara olan antipatim nedeniyle izlemeyi reddettiğim ISSIZ ADAM filmini an itibariyle izlemiş bulunuyorum. İşin garibi ilk defa bir filmi izlemeden IMDB'de oy verdim... tahmin edersin ki 10 verdim. Ama oy vermeden önce de IMDB'de 10 üzerinden 7.1 alan filme, izleyenlerin verdiği oyların cinsiyet ve yaşa göre dağılımlarını inceledim. 45 yaş üstü bayanların kullandığı oylara dikkat çekmek isterim. Eh tabi haliyle tüm terkedilen kadınların istediği senaryo gerçekleşmiş filmde.
Niye filmi izlemeden oy verdiğim tartışılır elbet, ben de anlamış değilim niye oy verdim. İngiltere'de genel seçimler yaklaşıyor ya ben oy kullanamayacağım için önüme çıkan her yerde oy veresim geliyor herhalde. eziklik işte...
sanırım benim hayatım için "çok güzel hareketler" yerine "bir dizi anlamsız hareketler" bütünü ya da parçacıkları ifadesi yerinde olabilir. BABAM ve OĞLUM filmini sinemada izledikten sonra EGEsel faktörler dolayısıyla ÇAĞAN IRMAK'a hayran kalmıştım. (İzmir'i özledim sanırım neyse...)
Ya ne alaka kura bugüne çıktı. Ben kendime mani olmaya çalışıyorum çünkü neden izlediğim herşeyin etkisinde kalıyorum, kendime dert ediniyorum, karakterleri kafamda belli bir süre yaşatıyorum, konuşturuyorum. hatta bazı durumlarda "hah işte o böyle yapardı" diye düşünüyorum... çok düşünüyorum sürekli düşünüyorum. işim olmadığından mı? tabi ki hayır, ama nedenini bilmiyorum. sırf bu yüzden roman okumadım uzunca bir süre... işte o boşlukta da SOFİ'nin DÜNYASI çıkmıştı, lise sondaydım. felsefeye bulaştım... ama orada da daha çok düşünür oldum ama en azından duygusallıktan uzaklaşmaya çalıştım. Ah bak laf lafı açıyor işte... İlkokulda Gülten Dayıoğlu'nun MİDOS KARTALININ GÖZLERİ diye bir kitabını okumuş ve Gülten Dayıoğlu'na mektup yazmıştım. adresini bilmiyorum tabi, zarfın üzerine GÜLTEN DAYIOĞLU yazdım cevap bekliyorum. Kitap bitmişti ama ben ona sorularımı göndermiştim. uzunca bir süre cevap gelmesini bekledim ama nafile... işte ilk hayal kırıklıklarım...
Cumartesi gecesi bir ISSIZ ADAM'dan nerelere geldim... esas konu derin ve klişe olduğu için hiç ona girmiyorum bile. neyse sanırım bu yazı burada bitmeli ve ben uyumalıyım...
İyi geceler.

09 April 2010

Meksika Yemeği ve Bereket Duası




Yer: Tequila Tex-Mex

Açlıktan gözü dönen gençler uzun zamandır gözlerine kestirdikleri Meksika lokantasına gitmeye karar verirler. Özellikle bütün bir gün aç kalınıp, akşam yemeğine saklanan iştahlar itina ile açlıkla terbiye edildikten sonra hedeflenen yere varılır.
Meksika yemeklerini uzun uzun anlatmaya hiç gerek yok, burada değinmek istediğim önemli bir konu var.
Oturduğumuz masanın hemen arkasındaki duvarda gözümüze çarpan Bereket Duası ve Nazar boncuğu bizi bizden alır elbette... Çalışanların İtalyan, İspanyol ve Brezilyalı olduğu, buram buram Meksika kokan bu yerde gözümüze çarpan şey ile eheheh hübele hebele muhabbetine giriş yapılır. (Yukarıdaki resimde görülen amcamızın sol üst köşesinde sözü edilen bereket duasını ve nazar boncuğunu bulabilirsiniz. ne yazık ki kendim resim çekmedim bizzat kendi sitelerinden aldım :) (ay bu arada gülen yüz ifadesi ile parantezi kapatmaya bayılıyorum böylelikle bir taşla iki kuş vuruyorum, fırsatçı mıyım neyim neyse konuya dönelim :)
Sosyal kelebeğim ya insanlarla konuşmadan duramıyorum, hemen bu işin sırrını çözmeliyim diyerekten yemeklerimizi servis yapan sevimli kızımıza konuya giriş yapabilmek adına muhabbet mezecikleri ürettim :) işte kızımız İtalyan, zaten bozuk ötesi ingilizcesinden buram buram belli ediyor nereden geldiğini ama ben İtalyanları severim yani neyse o ayrı konu :) kızımızdan alıyoruz detayları bir bir... Mekanımızın sahibinin eşi Türk'müş meğersem. Sanırım ismi ya Gülce ya da Gülçin imiş... (bu isimlerin telafuzu bir İtalyan tarafından yapıldığından ancak 2 ihtimal olabilir değil mi)
Ama ama dahası mekan güzel, kokteyller daha da güzel... Tam tamına 200 çeşit shot vardı menüde... dene dene bitmez yani :)

08 April 2010

Saçma saçma saçma

İngiltere... demokrasi... özgürlük. Türbanlılara laf yok, kapkara peçelilere laf yok. Ama ama hoodie'lere (başlıklara) kıl oluyorlar! Şaka değil gerçekten de öyle... Ne zaman bir alışveriş merkezinin içine kafamda sweatshirtümün başlığı olarak girmiş olsam, arkadan güvenlik görevlisi geliyor "Excuse me bla bla bla" diye başlıyor, başlığı çıkarttırıyor, neymiş efendim YASAKMIŞ...
Yaw ne mantıktır anlamıyorum, etrafa bakıyorum Arap hatunlar simsiyah kara çarşafla dolanıyor; gözleri bile zar zor görünüyor, adam gelmiş benim başlığıma laf ediyor... Bir değil iki değil, aynı yerde de değil, farklı zamanlarda farklı alışveriş merkezlerinde uyarıldım. sadece ben de değil, arkadaşlarımın da başına geldi... Bu saçmalık değil de nedir şimdi? Biri bana açıklasın gerçekten...

01 April 2010

Çikolata "After Eight - No one leaves"


Eee malum Easter Zamanı... Ben bu yumurta şekilli cafcaflı çikolatalara nasıl direneceğim diye kara kara düşünürken her yerden saldırıyorlar canım...haksızlık. Çikolata ve nane kombinasyonu bana pek hoş gelmez, ben portakallı çikolatacılardanımdır. Ama Nestle'nin After Eight reklamını görünce içim bir hoş oldu. Hem sadelik hem de çok şey anlatması açısından çok başarılı olmuş.

28 March 2010

tatil çikolata paskalya - sisters in london

Tatil tatil tatil... sınavlar bitti bitmesine ama şimdi de yerini bir boşluk kapladı sanki... inat ettim türkiye'ye gitmeyeceğim diye ama herkesler de gidince içime bir hüzün oturdu sanki... Etrafta paskalya neşesiyle dolup taşan yumurta şekilli, birbirinden cazip çikolatalar hüküm sürerken ben nasıl rejim yapabileceğim??? neyseki kardeşimle birlikte londonsal gezi planlarımızı devreye sokarak yumurta çikolatalara savaş açacağız. Bekle bizi tatil, bekle bizi london... :)

21 March 2010

Rengarenk firefox temaları...

Gmail temalarından sonra web browserlarına renk katmak isteyenler için; birbirinden güzel temalar için; buradan buyrun.

20 March 2010

Değişiklik...

Sınavlar kapıda ya bana da yapacak lüzumsuz işler lazım ya işte o yüzden ben de blog taslaklarımla oyalanayım bari dedim... çok lazım... annem bana küçükken "lüzumsuz işler müdürü" derdi... Neden çünkü akla hayale gelmeyecek ne kadar saçma sapan iş varsa kendime meşgale yaratırdım. hey gidi günler hey.

4 günüm var, 2 sınav ve 1 paper teslim edilecek...
hadi bana bol şans...

Bu arada bu fotoyu da ben çekmiştim, 2007'de Antalya Kemer'de... Gençlik işte... Alice'de de aynısından mevcuttur belki :) Bu fikir tutarsa belli aralıklarla bu resimleri değiştiririm belki...

Hem izleyin hem dinleyin :)

70 Million by Hold Your Horses ! from L'Ogre on Vimeo.

16 March 2010

Gıcık oluyorum....


Bu yazı tribal enfeksiyon içerir, bulaşabilir.Dikkat.
Yaptığım yorumları yayınlamayan kişilere uyuz oluyorum. Takip etmiyorum bundan sonra seni... Yorum yorum yorul, yorumsuz kal emi. Aman çok da fifi diyebilirsin ama gıcık oluyorum gıcık... Bu resim de siz ve sizin gibilere gelsin, losersınız abicim işte bu kadar.Kontrol manyakları, dominant karakter bozmaları...

14 March 2010

İngiltere için Anneler Günü Türkiye için Tıp Bayramı



14 Mart Türkiye için Tıp Bayramı, İngiltere ve İrlanda için ise Anneler günü...
Burası İngiltere, burada herşey ters diye düşünenlere işte Anneler gününün amerikan ekolünü benimsemiş ülkemize inat niye mart ayında kutlandığının bir açıklamasına buradan erişebilirsiniz. Paskalya'dan 3 hafta öncesine denk gelen Pazar günleri İngiltere ve İrlanda'da anneler günü olarak kutlanıyor.
Türkiye'de ise her yıl 14 Mart Tıp Bayramı olarak kutlanmakta. Her ne kadar siyasiler doktorlarda tat tuz bırakmamış olsa da, zor koşullarda hizmet vermekte olan tüm doktorların tıp bayramı kutlu olsun.
Doktor çocuğu olarak her meslekte olduğu gibi iyilerin ve kötülerin olduğunu kabul ediyorum fakat şu bir gerçek ki hükümetin, devlet hastanelerinde bir günde iyi ihtimalle en az 200 hasta bakmak zorunda olan sağlık insanlarına yaptıkları zulümleri çekmesini temenni ediyorum. Hele ki o RTE ve yandaşları dermansız dertlere düşüp o gemicikleriyle analarını da alıp gitmek suretiyle bermuda şeytan üçgeninde sürünsünler. Bu yazıda onlardan bahsetmeyecektim ama çok sinirliyim.
Herkese iyi pazarlar...

13 March 2010

Turhan Selçuk'un Anısına

Anahtar-kilit ilişkisine bakış

Konu belki çok klişe ama sosyolojik açıdan farklı toplumlarda nasıl görüldüğü hakkında fikir veriyor. Tipik "evlenmelik kız" ve "eğlenmelik kız" konseptlerimize Vietnamlı bir arkadaşımın gönderdiği şaka ile ışık tutmak istiyorum.


Girl: if a man sleeps with 10 girls in 1 week, he became a legend. But if a woman sleeps with 2 man in 1 year, she is a slut. Why?
Boy answered: if the key can open 10 locks, it's a master key, but if a lock can be opened by 10 keys, it's a shit lock.

06 March 2010

İstanbul'da kar Londra'da Güneş vardı ama...

Önce mesaj (MMS) gelir... Sana bakan mutlu iki insan... dünyaya seni getirenler, anne ve baban... Ardından telefon çalar... "Siz yoksunuz biz İstanbul'dayız, ama siz yokken beraber gezdiğimiz yerler hiç tat vermiyor, kar da yağıyor zaten."
karşılıklı gülüşmelerden sonra konu değişir ama işte o anda dank eder kafana...
hep ayrısındır aslında seni gerçekten seven insanlardan. Liseye kadar zaten ne annenden ne de babandan birşey anlamazsın... akşam yemeklerinde biraraya gelince herkes konuşur, dinler, güler... ama her zaman olağan gündelik olaylardan bahsedersin... Kordon'da yürüyüşe çıkınca babanla dertleşirsin, dinlersin, öff bee dersin... bazen de beraber kadehi tokuşturursun, ŞEREFE dersin, güler geçersin...
ÖSS sonrası hayallerine koşarsın... İzmir'den İstanbul'a geçersin. İlk ayrılık işte. Artık akşam yemeklerinde bir araya geleceklerin annen baban ve kardeşin değildir. Her cuma akşamını paylaştığın dede babaanne hala amca uzaktadır senden... önce mesaj(SMS) gelir, sen de burda olsan... bakarsın geçer gider.
okullar biter, sen merkezden uzaklaşırsın, olduğun yerde bir süre kalacağını sanırsın sonra yine birşeyler dürter seni "hadi bakalım" dersin, soluğu uzaklarda alırsın.
önce mesaj gelir... özlediğini anlarsın. İstanbul'da kar varken, altında olduğun güneşe bakıp içini ısıtmasını istersin. Özlersin, özlersin ama gülüp geçersin...

25 February 2010

Cupcakes OUT Whoopie Pies IN


Başlığa aldanmayın benim gönlümde cupcake'lerin ya da muffin'lerin ya da diğer bir değişle kağıtta/kalıpta pişen küçük keklerin yeri ayrıdır... Ama aldığımız verilere göre Amerika'dan sonra Londra'da da cupcake'lerin tahtını elinden alacak yeni gıda ürünümüz whoopie pie'larmış. Özetle iki tane çikolatalı cookie'nin krema aracılığı ile birbirine bağlanmasından oluşan eşşiz lezzet olarak düşünülebilir. İsteğe göre fıstıklı, zencefilli ve balkabaklı whoopie pie'lar mevcut. Henüz tadına bakma fırsatım olmadı, malumunuz rejim var bünyede...
Ama ilgilenenler ya da nefsine güvenenler buradan buyurabilirler.

23 February 2010

Film Repliklerini Sevenlere...

Film izlerken kağıda kaleme sarılmaya son... Aradığınız meşhur film repliklerini buyrun buradan takip edin :)

İşte geldim burdayım, ben bu işte ustayım :))

Londra Metrosu koltuk döşemesi ne demek istiyor?

Şimdiii; aşağıda görülen resimler London-Central Line metrosunun koltuk döşemelerine aittir. Koltuk döşemesinde anlatılmak istenen, defalarca teklarlanan kelime nedir? Süre başladı, hadi bakalım :Pp

18 February 2010

Spor Salonundan insan manzaraları

Hayatımın bu dönemi sanırım kendime ayırmam gereken zamanlar diliminden oluşuyor. Şu aralar sportif aktiviteler hayatımı domine ettiği için varsa yoksa spor salonunda gördüklerim oluyor aklımda... abartmayalım tabi arada okul ve ulaşım hattında yaşadıklarım da beni etkisi altına almayı başarıyor haliyle. geçenlerde koşu bandının üzerinde 0 beden, sarışın, ultra seksi hatun modelinin azıcık popo üstü koordinatlı Chanel dövmesinin beni benden almasına kimse engel olamaz... sadece ben etkilenmedim tabii... hedef kitlesi edeleli ve balon erkekler olan hanım kızımız, vücudunun ve saçlarının salonda yaratacağı etkiden emin, aslandan kaçarcasına bacaklarını o narin poposuna çarptırırken dövmesiyle zeka seviyesini kanıtlıyordu. ama zekayla işi olmayan kitlemizin salyalarının yarattığı kaygan zemin etkisi de salon trafiğinde kitlenmelere neden oluyordu. bir anda ağırlıklardan gelen sesler ve nefesler artmaya başlamıştı... ve ve ve ben dayanamayıp kaçtım. hırsı sevmem herşey zevk için olduğundan ihihi hemen tüydüm... eh belki biraz kıskanmışımdır ama doğruya doğru otoban sağlam zeminden ibaretti...

14 February 2010

TEMİZLİK

içimde bir takım kötü duygular var... kusmam lazım. geçmişime göz dikip duracağına önüne bak pislik.(buradaki pislik benim)
geçmiştekinin ötesi berisi senin ne işine anlamıyorum. geçmişimdeki bir iki salak kızı kıskanıyor muyum neyim. evet itiraf ediyorum. hayır bunun erkek arkadaş ve sevgililik durumlarıyla uzaktan yakından alakası yok. hayatın belli döneminde yer işgal etmiş kız parçacıkları işte. ben silsem hatırlatıyorlar kendilerini...
o kız salaktı zaten, kimse haddini bildiremedi kendini çok birşey zannetti, hala da zannediyor işin garibi... kendini prenses statüsünde gören kızlardan nefret ediyorum. sürünün emi... çok mükemmelsiniz, siz olmazsanız dünya durur maazallah...haa tabi tüm erkekler de size hasta. hepsi size yazıyor... işler siz olmadan yürümüyor...
ama neyse iyi düşüneyim iyi şeyler olsun. güzel dostluklarım oldu... onun da olsun... öff kötü düşünmeyi bile tam olarak beceremiyorum. hayır yani bir kere düşünsem boşaltsam içimi. özür dilerim bunu da beceremedim ben yine.
mutsuz blog yazarlığından alternatif renkli blog yazarlığına geçicem az kaldı. malzemelerim hazır sayılır, resimleri aktarmam lazım... ama o bilmiş kız öff çık git kafamdan... pazar ya bugün; çamaşır yıkanıyor bir yandan. ben de çamaşır makinesinin kazanına dalıp gittiğimde aklıma geldi bu kötü düşünceler.

03 February 2010

Karar vermeye karar veriyorum nereden başlamalıyım?

Şimdi bu dönemde ne yapacağıma kabaca karar verdim...
1. spor yapıyorum. düzenlisinden hem de. bu sporun başına sıfat arıyorum. yakında DELİCE SPOR YAPIYORUM olarak bu cümle revize edilecek. hedef büyük! 30a 3 kala törenlere başlamak lazım yavaştan.
2. kalem kağıda sarılıyorum bolca. email da neymiş. eskiden email mı varmış? haa şu bir gerçek ki posta adreslerini istemek için email atıyorum yalnızca. mektup arkadaşlarım var artık bolca. doğum günlerinde ben geleceğim posta kutularına. mektup arkadaşı olmak isteyenlere itina ile mektup yazarım :)

şimdilik 2 madde var. benim gibi kararsız biri için yeterli başlangıç olarak.

çiçeklerimi özlüyorum arada ama ne yapsam london havasına uyumlu çiçekler mi alsam. biliyorum ki hayatımın bu dönemi "istediğim herşeye sahip olamayacağım bir dönem" olacak, sabredip ne kadar istekli olduğumu göstermem gerekecek. kendi kendime yetebilir hayatımı kurabilmek istiyorum. izin verir misin? bana yardım eder misin? ne olur bir mektup da sen göndersen bana şöyle en açığından... şunu yap, ben burdayım işte desen ya da ima etsen yani ne olur?

iyi geceler...

04 January 2010

sebeb-i ruhiyemdir sütlü nuriye...

çok duygusalım dokunmayın ağlarım
her ay her ay aynı numara
olmasın artık bu yeni kamara...

güzel reklam repliği...

gittiğin yer kadar önemlidir yanında götürdüklerin...

PTT - yeni yıl - nasreddin hoca :)

Bu yazıdan çıkarılacak dersler:
1. unutulmaya yüz tutmuş hatta unutulmuş değerlerimizin tekrar su yüzüne çıkarılması...
2. idealist insanların var olduğunu bilmenin mutluluğu
OLAY MAHALİ : İZMİR
TARİH : 31 ARALIK 2009
Hayatta işler hep olmadık zamanlarda yapılmalıdır ya işte tam da öyle bir durum, tarih 31 Aralık, yılın son günü ve saat 15:00... sevgili kardeşim unuttuğu bir takım evrakları ona yollamam için acilinden kargolamamı rica ediyor. bir hışımla, sinirle ve panikle karışık uyuşukluğun verdiği ruh haliyle kendimi FEDEX şubesinde buluyorum. Son derece şımarık, yılışık ve iki kelimeyi bir araya getiremeyen bir kadın, elimdeki A4 boyutundaki 224 gr ağırlığındaki Londra'ya gidecek gönderi için 250 TL rica ediyor. Kadının suratına bakakalan ben "ama durun bir dakika öğrenci misiniz, bu evraklar okul evrağı mı, o zaman 140 TL olabilir, ama acele edelim 1 saatimiz kaldı sonrası yeni yıla kalır."
kadının bu sözleri karşısında biraz daha kıl oluyorum, gidiş dönüş uçak biletimi thy'den 350 tl'ye almış olmanın gazıyla bu kağıt parçasına bu kadar para vermenin saçmalığını kadına söylemeden gitmemeliyim diye düşünürken sessiz kalmayı tercih ediyorum... Kadın multisalak çünkü... amerikaya gidecek olsa belki diyeceğim hani neyse ama avrupa için bu parayı veremem doğrusu... Mesai bitimine kadar bu işi halletmeliyim düşüncesiyle aklıma birden PTT geliyor, Alsancak'tan Heykel'e doğru koşar adım hatta belki uçaraktan ulaşmalıyım diye düşünüyorum. Haa tabi bu sırada bizim salak kadın "acele edin ama 1 saatimiz var" diye pişkin pişkin bana sırıtıyor. La havle diyerek ortamı terkediyorum. zaten sinir katsayım yükselmiş, derin nefes almak bile yatıştırmıyor beni. Kulağımda "be metin be metin" diyorum ama nafile, neyse gidiyorum Heykel'deki PTT'ye...
aman tanrım diyorum bu da nesi... son derece modern bir sistem ve sükunet hakim bu devlet dairesi ortamında... herkes sıra numarası elinde işlemini yaptırmak üzere uslu uslu kontuarlara nazır koltuklarda sırasının gelmesini bekliyor.
Bu sırada dışarıda bir grup öğrenci de konusunu tam olarak çözemediğim ama vaktim olsa katılacağım bir eylem içindeler. Slogan müthiş "zıplaa zıplaa zıplamayan tayyipçi..." öff diyorum zıplayamıyorum acelem var ama tayyipçi değilim... neyse...
birden ekranda yanan 753 ile dünyam aydınlanıyor... neden.. çünkü sıra bendee...yihuu
hemen koşarak ve aceleyle gidiyorum bu evrakların acil ulaşması lazım en kısa ne kadar zamanda gider?
1.alternatif: APS - 5 ila 8 gün arası - 45 TL'den başlayan fiyatlarla
2.alternatif: iadeli taahhütlü - 7 gün - 7 TL

ben nasıl olsa 50 TL'yi gözden çıkardığım için ısrarla APS ile gönderelim diyorum ama görevli beni ucuz olana yönlendirmeye çalışıyor. "Ne yapacaksın boşver sen beni dinle, paran cebinde kalsın" diyor. Birden "madem ki bu zarf İngiltere'ye gidiyor, ingilizler güzel pul görsün, 12 yaşındaki oğlum için ayırdığım pullar var, hiçbir yerde yok, nasreddin hocalı... bunlardan yapıştıralım..." ben de tabi olur siz bilirsiniz diyorum. adamcağız o kadar özenerek yapıştırıyor ki o pulları gözlerim doldu bakarken... 7 tl'yi doldurmamıza rağmen "bir de Atatürk'lü pul koyalım, Atatürk'süz olmaz." diyor... En sonunda borcumu sorduğumda 7 tl istiyor, "Atatürk'ü ben kendimden koydum, onun parasını almıyorum" diyor... Bu idealist tavır karşısında görevliye pulları geri getireceğime dair söz veriyorum, ne de olsa oğlunuz koleksiyon yapıyor onun için değerli, alıcı kişi de kardşim olduğundan pulları size geri getireceğim diyorum... Görevli bunun üzerine beni şaşırtacak bir hamle daha yapıyor "bunlar önemli diyor, nasreddin hoca'nın torunuyum ben."
gülerek ve sevinçle ayrılıyorum ptt'den... böyle insanların varlığını görmek beni mutlu ediyor doğrusu, bu arada kargo vb gönderileriniz için ptt'yi kullanmanızı tavsiye ederim, size verdikleri takip numarası ile diğer kargo şirketlerinin sağladığı imkanlardan daha ucuza yararlanabiliyorsunuz. Pulların resmini çekip koyacağım ki bilgimiz artsın ... :) yeni yıla böyle sevinçli bir olayla girdim işte ben...