18 October 2010

pantone

Farkettim ki karşıya  bakmak bana birşey katmıyor. Bir kalem bir kağıt, başımı eğmek... işte başlıyorum yazmaya... delirmedim hayır, bilgisayarsız hayat düşünemiyorum ama kağıdı ve kalemi özlüyorum. bol mektup yazdım, gönderdim sevineceğini düşündüğüm insanlara... gelen cevapların ilk satırı hep aynı duyguyu ifade ediyordu...

"nasıl olsa faturadır" diye elimi attığım ve her zamanki gibi kapıyı açtığım...

itiraf etmeliyim ki insanları şaşırtmayı, şaşırtırken sevindirmeyi ve eğlendirmeyi çok seviyorum... soytarılık aslında benimkisi... vakti zamanında "ben seni eğlendiririm" diyerek birinin hayatına girip sonra da "seni sevip sevmediğime emin değilim acaba istediğim sen misin" diye de gönderildiğim, iyi de şimdi bunu niye hatırladım dediğim vakumlu poşet dönemlerime hoşgeldiniz... Fonda sizlere Bob marley çaldığını da belirtmeliyim hani...

biraz da ilgi manyağıyımdır hani... ilgiyi pek severim. ama bu "aman tanrım en güzeli benim, bana bakın" tarzında değil, böyle değişik... sevgi obezi diyelim...
hani herkes beni sevsin, trende karşımda oturan teyze bana gülsün, yolda giderken hiç tanımadığım biri için karşılık beklemeden birşey yapayım o mutlu olsun, e tabi beni o an için sevmesi yeter...
bir de ben sevmeyi çok severim...
gerçekten bazen içimdeki sevgi ve enerjinin fazla geldiğini düşünüp ne yapacağımı şaşırırım...
herkesi herşeyi severim de ben bir kendimi sevemedim sanırım... hiç sevmem. yani bir ben var benden içeri, ne ben bilirim ne o beni.. öff böyle demiyordu usta ama affet beni, benim kafam bozuk demeyelim de kafam... sıfatımı kaybettim hükümsüzdür...

oh be referans verme kaygısı gütmeden, plagiarism derdi olmadan sallamak ne güzelmiş...
bir yandan da gözyaşı lensinden dünyayı görmek ve anlamak, tavsiye ederim... en doğal lens, hem de hepsi bir arada... ne diye mavi lens alacaksın. tak gözyaşı lensini, hepsi bir arada hizmet ayağına gelsin... hiç anlamam zaten saçının gözünün rengiyle derdi olanları... değişiklik arayışı değil mi? çok sıkılırız kendimizden, ne yabancıyız oysaki ona? hepimizde var o ama hem birbirimizden hem de kendimizden sıkılırız. ben ağlamayı da severim kardeş. ama kimse yokken ya da kalabalık da ağla ama yanında kimse olmasın.. bak işte aklıma geldi 2 sene önce kordon'da tam da alsancak vapur iskelesi'nin orda... oturmuşum bir banka... gözyaşı lenslerim geldi kutu kutu... hava da güneşli oh insanlar da kalabalık telaşlı.. kimse siklemiyor yani beni tabir-i caizse... ama ne oldu, kocaman bembeyaz bir sokak köpeği geldi tam ayağımın üstüne oturdu... şaka gibi? inanmazsın ama gerçek... bak düşündükçe hala bir mutlu ve hoş olurum... hayat işte doğal lensleri kullanırsan sana süprizler de gönderiyor.

bir de fotoğraf çekmeyi, bisikletleri, yemek yemeyi çok severim... yani arabam değil bisikletim olsun isterim... izmir i ve istanbul u çok sevmeme rağmen nerede yaşamak istersin sorusunda hep aklıma ilk hollanda gelir... ne eğlenmiştim ben o exchange'de... hollanda denilince öyle amsterdam değil isteğim, kenarda kıyıda köşede kalmış şehir, nijmegen.... bisiklet=özgürlük... londra'da tırsıyorum o yüzden uzaktan sevmekle yetiniyorum... işte ilerisi için bisikletimin olacağı bir yerde yaşamak istiyorum ben... hele sarhoşken bisiklete binmenin tadı hiçbirşeyde yok, saoğuk hava ile ayılmak master card kankalarla halt etmiş dedirtir adama...

mesaj kaygısı güderdim ara ara... lizbon'da bir ara cebime bir mektup sokuşturmuştum, amerika kıtasındaki dallamaya gidemesin aslında ama ben içimi dökeyim, hazır yakınız da diye.... yapmadım tabi, yapacakken otobüs durağına ayağı sakat 3 tanımadığım zenci yanaştı, onlara yer verdim, üzerine akşam evlerinde yemek yedim... eh deli miyim, yooo insanlara güvendim... her zaman kazançlı çıkmıyorsun ama bu olumlu bir deneyimdi... oturup hep birlikte gözyaşı lenslerimizi giydik o gece... onlar kadınlardan dertli ben amerikadaki dallamadan...çok lazımdı şimdi bunlardan bahsetmek, muazzez ersoy nostalji serisi yapınca patladı acaba ben de bu nostalji serisiyle bomba bir çıkış yapmayı mı istiyorum içten içe nedir, dedim ya bilmiyorum işte... deli saçması..

bu gece benim gecem... konuşacağım anlatacağım bir bir... insanın yattığı yerden gökyüzünü görmesi şart... isterim ki uyuduğum yerlerden hep gökyüzünü göreyim... konformuş, büyüklükmüş istemem, bilakis çift kişilik yataktan nefret ederim, yerde yatmaya ve deniz yatağına bayılırım... büyük yerleri sevmiyorum işte...ama denizmiş okyanusmuş onlar ayrı.

tez bitmedi usta, yapmıyorum ki bitsin... sıkılıyorum ya herşeyden ben, bundan da sıkıldım işte... ay sonunda yolculuk var ülkeme... biliyor musun ne yapmak istiyorum... tabi ki bilmiyorum.... karar vermeye kararsız bir insan var karşında...bu kadar belirsizlik zengini denklem dünyamda bazı sabitler var ki silip atamadığım.... ah o integrallerdeki sabit yok mu o sabit... kurtulamadım bir o sabitlerden... sevmezdim ben integrali usta, ben türevi severdim.. adı bile güzel türev...

hah bir de bazı insanlar var, çok tanımadan tanıyormuşum gibi sevdiğim, gözlerinin içine bakınca gözyaşı lenslerime kavuştuğum... işte ben o insanları arıyorum, çok seviyorum onları daha tanımasam bile ilerde tanışacaklarımı düşünüp mutlu oluyorum... hatta daha tanışmadığım insanlar için bile sevgi besliyorum...

bu arada bizim hope aldı başını gidiyor, çiçekler gelsin şipşak burada...
gitmeden önce diyelim ki "ayşe fatma hayriye, haydi çifte telliye"...

17 October 2010

tez yazmanın homo sapienlere zararları vol.1....

bitsin artık bu çile
distinct olacam bile bile
neslim tükenirse hele
bunun sebebi tezden bilinee

08 October 2010

İstanbul'a kış Londra'ya da yaz geldi...

İstanbul ile Londra'nın havası arasındaki ters orantı tezim artık doğrulandı... İnanılmaz bir güneş ve aydınlık bir gün... ve ben tez yazmak üzere evdeyim... haksızsın :(

06 October 2010

Batının mat olduğu anlar...

Hani hepimiz gavuru takdir eder, yurt dışında gördüğümüz herşeye ayran budalası gibi hayran hayran bakarız ya, bazen öyle şeyler oluyor ki istemeden "şu anda İstanbul'da olmak vardı anasını satıyım" şarkısını söylemeye başlıyorsunuz.
Üniversiteden bir arkadaşımın Londra'da başına gelen olay da bu tezimizi destekleyecek nitelikte... Arabasına dün gece hırsız giriyor. camı kırarak girdiği için her yer kan revan... hırsızın sert bir cisim kullanmak yerine kendini kurban etmesi de ayrıca tartışılacak bir konu ya neyse... biz mağdura dönecek olursak, sert bir cisim kullanmayı akıl edemeyen salak hırsız Tomtom'u çalıyor. sabah bu manzara ile karşılaşan arkadaş haliyle polisi durumdan haberdar etmek üzere aradığında, polisin tutanak tutmak üzere geleceğini hayal ederken kendini, polisin "kanıt var mı, kanıt?" sorusuyla, bizzat polisin yapması gereken işi yaparken buluyor. (şimdi daha iyi anlıyorum CSI gibi dizilerin niye revaçta olduğunu, kendi kanıtını kendin buluyorsun, bunu okulu da olmadığına göre eh diziler sağolsun) ama sağolsun polisler kan izi olduğu için çocuk yaşta bir kızcağızı da örnek almak üzere yollamışlar en azından. işte batının da mat olduğu an budur benim gözümde ama belki benim şark kafamla çözemediğim bir ileri medeniyet unsuru olabilir bu prosedürler zincirinde. Sizce nasıl?

05 October 2010

objektif değilim istersen press 9

Yazıya teslim olmak en iyisi sanırım. Bu yazı objektiviteden uzaktır, kimse kusura bakmasın...

Azimle hedefe kitlenmiş kızlar vardır ya, içi boş ama dışarıdan dolu görünen...
Akıllarında evlenmekten ötesi yoktur, kafeslemek diyelim...
Tüm kızları kendileri gibi zannederler, kıyafetlerini renklendirdikçe, renk cümbüşünün kaynağı olarak iç güzelliklerini gösterirler... en sevdiğiniz rengi sevmez olursunuz, terkedersiniz o rengi...
niye katlanıyorsun diye sorulabilir, katlanılmak zorunda bırakılıyorsunuz, demokratik olmak onların da yaşam hakkına saygı duymamı gerektiriyor ama acıyorum onlara tüm hayatları boyunca maruz kalacak olanlara... neyseki ben hepsinden kurtuldum, ama gelecek için onlardan korunmayı diliyorum tanrım lütfen ama lütfen bu kadarı yeter, muafiyet talep ediyorum...
(Bu haftayı da Coldplay haftası ilan ediyorum bu defa da "The Scientist" dinliyorum, soran olursa .. I'm going back to the start...)

04 October 2010

Coldplay - Fix you

Coldplay'in bendeki yeri apayrıdır, bir konserlerine gitmeden bu dünyadan göçecek olursam gözlerim açık giderim; o derece severim kendilerini...
bu şarkıları grup üyeleri tarafından, yazdıkları en iyi şarkı olarak belirtilmiş olmakla birlikte, chris martin'in bu şarkıyı eşi gwyneth paltrow'un ölen babası için yazdığı da rivayetler arasındadır.




Coldplay - Fix You
Uploaded by EMI_Music. - Watch more music videos, in HD!

01 October 2010

TV'de dizi: This is England 86


Her ne kadar internetin hüküm sürdüğü bir devirde yaşıyor olsak da televizyon hala en "içimizdeki"... dolayısıyla o ekrana yansıyanlar öyle ya da böyle hayatlarımızı ciddi oranda etkileyebiliyor.
Türkiye'de iken hiç bu kadar televizyon izlediğimi hatırlamıyorum. (çocukluk döneminin çizgi film manyaklığını bunun dışında tutalım lütfen) ukalalık olarak söylemiyorum bunu; kaliteli programların eksikliğinden, izlenesi programların da gece yarısını aşan saatlerde gösterilmesinden vb gibi sebeplerle bu listemi uzatabilirim. ama şunu belirtmeliyim ki burada çocukluk günlerimdeki çizgi film manyaklık günlerimdeki halime dönmek üzereyim. tv programları ve diziler o kadar ilginç ki... bizdeki dişi yakarış tarzında saçma ötesi programları da var. Örnek olarak Jeremy Kyle Show verilebilir.  bizim Seda Sayansı, Esra Ceyhansı ortaya karışık bir adamın çözülemeyen gerek aile gerek arkadaş arası alkol, sex, uyuşturucu, çocuk velayeti problemlerine bir grup izleyici önünde çözüm getirmesi. Yani saçma sapan, deli zırvası bir program. Bu saçmalığa ben de şahit olmak istiyorum derseniz, isminin üzerine tıklamanız yeterli...
Konuyu dolandırmadan bu yazının amacına gelelim. Hepimiz Bihter'den Ezel'den Fatmagül'den bir şekilde haberdar ediliyoruz. Takip etmeniz gerekmiyor ama basın saolsun bu dizilerin içeriği hakkında ekranı desteklercesine gündemi pompalıyor. "Türkiye ekrana kilitlendi; Fatmagül'ün tecavüz sahnesi için tıklayın"... eh haliyle neymiş ne değilmiş bakıyorsunuz ya da bakmak zorunda bırakılıyorsunuz ve kahroluyorsunuz. şimdi gelelim buradaki tv dizilerinin olayına. This is England 86 adlı dizide bir arkadaş grubundaki insanların 1986 senesindeki işsizliğin hüküm sürdüğü İngilteresi'ndeki yaşamlarından kesit sunuluyor. dizide fatmagül'ün sahnesine benzeyen tecavüz sahnesi var...sorunlu sapık ötesi bir babanın kendi öz kızına uyguladığı cinsel istismar ve tecavüz konular arasında. (beni de manyak bellemeyin tüm tecavüz sahneli dizileri takip etmiyorum ama bu yazının bir amacı var durun geleceğim noktaya)
Şimdi bu dizinin web sayfasına bakacak olursanız adamlar bu dizide konu edilen olaylara benzer şeyler yaşayanları yardım alabilecekleri yerlere yönlendirmek adına uyarılar da bulunuyorlar; hem her bölümün sonunda hem de web sayfalarında... Bakın bakalım fatmagül ve o tarz dizilerde buna benzer bir uygulama var mı? bizimkiler varsa yoksa sanal reklam alsın dursun... velhasıl eğitim şart, sinirlendim çook...
istanbul'da otoban kenarındaki manzara, tapusu olmasa bile çanak anteni olan evler sürüsüdür. Hatta o kadar çirkin bir görüntüdür ki mantar gibi her yeri sarmıştır o çanak antenler... Gezip gördüğüm kadarıyla Anadolu'da da mantar salgını olarak çanak antenlerden bahsedilebilir. Sözün özü televizyondan fayda sağlamak istiyorsak, fatmagülün tecavüz sahnesini yayınlamak kadar bu tarz olayları yaşamış olanlara da destek olmalıyız... sivil bir toplum olmanın temellerini bu şekilde atmaya başlamalıyız artık...