23 May 2011

My Strangers Vol. 2

Uyruk: İngiliz
İsim: Bayan X
Şehir/Ülke: Bedford/İngiltere
Tarih: 22 Mayıs 2011
Zaman: 10 dk
Hikaye: Dönüş yolundayım pazar günü. İlk defa gitmiş olduğum bir yerin tren istasyonunda beklemekteyim. Pazar günü tenhalığı var ortalıkta. Ekranda belirtilen tren ile istasyonda bekleyen trenin benim trenim olmasından emin olmak için kendime ortak arıyorum. İşte tam o sırada benimle aynı durumda olan bu bayan ile birbirimize gülümsüyoruz. Bu tarz gülümsemeler hep olası muhabbet öncesi girizgah niteliği taşır. Aslında bir bakıma da izin alma biçimidir. Sorumuzun ortak olması bizi aynı şekilde hareket etmeye sevk ediyor, birlikte en öndeki vagonun üzerindeki yazıyı okumak için platformda yürüyoruz. Sonunda doğru tren olduğuna kanaat getirdikten sonra ilk defa trene bindiğini söylüyor 50'li yaşlardaki kızıl saçlı, gözlüklü, orta boylu kadın. Gülümsemesi telaşlı. St. Albans'da inmesi gerektiğini tesadüfen geçen görevliye de söyleyerek doğru trene bindiğinden iyice emin olmak istiyor. Beraber vagona giriyoruz. Aramızda bir boşluk bırakacak şekilde 3 kişilik bir koltukta yanyana sayılırız. Pazar gününün ne kadar tenha olduğundan ve havanın rüzgarlı oluşundan konuşuyoruz. Tam havadan sudan muhabbeti. Derken ben buraya gezmek için mi geldiğini soruyorum.
Bayan X: Hapishanedeki oğlumu ziyarete geldim. 5 aydır onu göremiyordum. En son yerini değiştirdiklerinden beri onu görememiştim. telefonla konuşuyordum ama görmek gibi olmuyor. Gördüm ve çok rahatladım. Aslında erkek kardeşi de gelecekti benimle ama onun gitmesi gereken bir doğumgünü partisi olduğu için ben yalnız geldim.
LT:(Hapishane lafını duymamla birlikte kafamda tüm negatif görseller canlanıyor bir anda ama her ne olursa olsun kadının normal görünüşü dolayısıyla oğlu hapiste diye onu yargılamamam gerektiği konusunda baskılıyorum kendimi.) ve kısa süre sessiz kaldıktan sonra " ne kadar daha hapishanede kalacak?"
Bayan X: 1 ayı kaldı
LT: Oh çok güzel, iyi haber, sizin adınıza sevindim diyorum.
Ve muhabbetin daha da öteye gidemeyeceğini anlıyorum. Neden sonra tren hareket ettikten sonra sallantının da etkisiyle uykuya dalıyorum. Gözümü açtığımda bayan bana gülümsüyor ve "ben birazdan ineceğim" diyor, "iyi yolculuklar" diyerek birbirimize veda ediyoruz.
Not: Önyargılar yok edilmeli. hayat herkes için herşeyi ile dolu dolu, gümbür gümbür, gürül gürül...

My Strangers Vol. 1

Evet bu fikir aklıma Beatles'ın 'Across the universe' adlı şarkısını dinlerken geldi. Bir şekilde hayatlarımız bir sürü yabancı ile kesişiyor. Kimi sohbetlerde kartlar değiş tokuş ediliyor kimilerinde ise sadece bir gülümseme... İleride bir gün kitap yazmaya niyet edersem, kimbilir, belki bu gerçek yabancılarımı kurgularım. Bu serinin ilk yabancısı gelsin o zaman. Fotoğraf koyabilmeyi çok isterdim ama olaylar kendiliğinden olup biterken "aa 1 dk resminizi çekebilir miyim?" diyemiyorum... resimler kafamda ya da resimler kafanızda ama hikayeler ortada...

Uyruk: İngiliz
İsim: Matthew
Şehir/Ülke: Colchester/İngiltere
Tarih: 22 Mayıs 2011
Zaman: 30 dk
Hikaye: Colchester'da pazar sabahları 9'dan önce otobüs olmadığını öğrenmemi sağlayan bu olay sayesinde tanıştık Matthew ile. "Tren istasyonuna mı gidiyorsun sen de?" diye sordum. Evet yanıtını alınca "bildiğin bir taksi numarası var mı?" sorusu geldi ardından. 9'daki Londra trenine yetişebilmek için pazar sabahının o saatinde kimsenin olmadığı otobüs durağında, tren istasyonuna beraber gidebilmek için fellik fellik taksi numarası aramaya başladık. Yoldan şans eseri geçen bir arabanın üzerindeki taksi numarasını görüp bulunduğumuz yere araba çağırmayı başardık. Arabanın gelmesini beklerken "benim adım Matthew" diyerek elini uzattı. ben de kendimi tanıttım ama eminim ki ismimden birşey anlamadı. Fakat tüm içtenliği ile gülümsemeye devam etti.
LT: "Londra'ya mı gidiyorsun?"
Matthew: Evet, sen?
LT: Bedford. Aslında buradan Bedford'a doğrudan otobüs var fakat 4 saat, ama Londra'dan trenle 1 saat olduğu için böylesi daha mantıklı geldi.
Matthew: Hmm evet mantıklı :) ben de ailemle birlikte rugby maçı izlemeye gidiyorum.

o sırada beklediğimiz araba geldi. Matthew öne ben arka koltuğa yerleştim. İki ingiliz pazar sabahının o erken saatinde hemen kendilerine gülecek komik konular açmayı nasıl başardılar anlayamamış ve ayılamamışken "9'u 6 geçe trenine yetişmeye çalışıyorum" diyeceğime "6'yı 9 geçe" diyiveriyorum... ve dolayısıyla tüm kahkahalar yüzümde patlıyor. Ve ben bu sayede ayılıyorum :)
Tren istasyonuna ulaştığımızda beş poundu arka koltuktan hızlıca yaşlı ve tonton şöför amcaya uzatınca, şöför amca matthew'a dönüp "hey kowboy senden hızlıları var baksana" diyor... matthew bana dönerek bozuk parası olmadığını ama en azından 2 poundu almam için bana ısrar ediyor. Arabadan iniyoruz ve bilet almak için o gişeye doğru yöneliyor. Arkada onu bekliyorum ve gişe sırası bana geldiğinde onun da beni beklediğini farkediyorum. İçimden de "yaşasın" diyorum, yolda sıkılmayacağım. her ne kadar yanımda kitabım olsa da insanlarla muhabbet etmeyi tercih edeceğimi biliyorum.
Bilet gişesi prosedüründen sonra platformlara doğru ilerliyoruz. Her ne kadar ikimizde Londra treni bekliyor olsak da ben doğrudan Londra'ya giden treni tercih ediyorum. (evet salağım) Onun gideceği durak ise benden bir durak öncesi halbuki...
Bu sürede benim platformda beklemeye devam ediyoruz. Üniversite'de bilgisayar mühendisliği okuduğundan ve gelecek yıl kayak için gideceği Kanada planlarından konuşuyoruz. Cıvıl cıvıl, parlak, neşeli ve pozitif bir genç... Lisedeki matematik notlarının yüksek olması sebebiyle bilgisayar mühendisliği okumayı tercih ettiğini söylüyor. Bir sonraki sene Kanada'ya gitmesinin temel sebebinin de tamamen kayak tutkusu olduğunu da itiraf ediyor. "Aslında çoğu kişi bu 1 yıllık (gap year) süreyi kariyer odaklı bir iş ile geçirmemi tavsiye ediyor ama ben hayatı tercih ediyorum" diyor ve ekliyor "Üniversite tercihimi de bu yüzden buradan yana kullandım, daha iyi bir üniversiteden de kabul almama rağmen o üniversiteyi hiç sevmediğim ve buraya bayıldığım için tercihimi bu yönde yaptım, sonuçta burada 3 sene geçireceğim ve burayı sevmem önemli" diyor... Aynı zamanda okulun tanıtım komitesinde yer aldığını ve yeni gelen öğrencilere okulu tanıttığını anlatıyor. "Herkesin okuldaki dersleri sorması çok garip geliyor, sonuçta burada 3 yıl geçirecekler ve burayı sevmezlerse derslerde zaten başarısız olacaklar" diye düşündüğünü de söylüyor. Öğrenci olmaktan çok keyif aldığını da belirtiyor, " bana kalsa hep öğrenci olurum" diyor...
Aslen hangi şehirden olduğunu sorsam da söylediği yeri tam olarak bilemediğim için aklımda kalmıyor. Tarif ederek Luton yakınlarında bir yer olduğunu söylüyor. Tüm bu konuşma boyunca en olmazsa olmaz soruyu bana sormadığını farkediyorum; "nerelisin?" İngiliz olmadığım bu kadar belliyken ve her yabancı ortamın olmazsa olmaz sorusu "nerelisin?" iken bu güzel konuşma bu sorudan yoksun olması sebebiyle bir kez daha hafızama kazınıyor. Benim geri zekalılığım yüzünden buraya eklenebilecek satırlar, kendi trenime binmek konusundaki ısrarım yüzünden "bol şanslar" dilekleriyle son buluyor.
Not: Pazar sabahımı renklendiren bu renkli kişilik ile sabah 9'dan önceye otobüs koymayan belediyeye de teşekkür etmekten başkası kalmıyor herhalde... Hayat, tesadüfler ve yabancılar, bakalım bir kez daha karşılaşır mıyız?

Across the Universe

Evet bugün tam da bu şarkıyı dinlerken aklıma yeni bir fikir geldi.

"...Sounds of laughter shades of life
     are ringing through my open ears
     exciting and inviting me
     Limitless undying love which
    shines around me like a million suns
    It calls me on and on across the universe"

hayatta karşıma çıkan ve bir kaç dakika da olsa iletişim kurmayı başardığım yabancıları listelemeye başlayacağım. Bu proje kapsamındaki tüm kişileri de STRANGERS etiketiyle ölümsüzleştireceğim.
bu fikri hayata geçirmeden önce ustalara saygı kapsamında Beatles'a kulak verelim...

09 May 2011

garip düşünceler...

son bir kaç gündür aklımda şöyle bir soru var " ya yolda yürürken önüme aslan çıksa ne yaparım?" şimdi teknik olarak "hadi canım sende ne alaka ya, aslan şehirde nasıl çıksın karşına" diye düşünürken sonra birden aklıma herşeyin olası olabileceği ve (bu ihtimal aklıma şimdi geldi) bulunduğum yerin hayvanat bahçesi ile ünlü olduğu geliyor. Henüz gidip görmemiş olsam da Londra'daki hayvanat bahçesinden daha büyük ve meşhur olduğu söyleniyor. Colchester Zoo için buradan buyurabilirsiniz. İyi de ben bu hissiyattan nasıl kurtulacağım ve neden böyle birşey düşünüyorum?

02 May 2011

Hedef büyük, çılgın proje...

Türkiye'de ki çılgın proje yarışından ilham aldım dedim ben de kendi çılgın projemi yapayım.
Hedef büyük nasıl olsa.
Mayıs ayı da geldi yaz ayları kapıda.
Düğünlerin ardından bir terörist haberiyle değişti tüm sayfaların çehresi. Royal düğünde ellerinde çılgınca bayrak sallayan ingilizlere karşın bu defa beyaz saray'ın önünde toplanmış, Usame Bin Ladin'in ölümünü kutlayan amerikalıların resimlerine bakar oldum. Dünya gündemi ne çabuk da değişiyor. Yazılanlara göre Obama düğün esnasında Usame'nin dna eşleşmesinin teyid edilmesi sonucu "justice" için ölüm emrini onaylamış. Justice! acaba justin timberlake ile alakası olabilir mi bu justice'in? kimdir nedir yani?
Gariptir ki hiçbir ölüm gerçek gelmez oldu bana. Tıpkı Elvis'in Michael Jackson ile bir adada yaşadığının haberlerinin gelmesi gibi. politik takılmayacağım işim olmaz politika ile, bu dünyada güç birilerinin elinde sen farkında olsan kaç yazar olmazsan kaç yazar. haa belki hiç bilmemek daha iyi. cehalet mutluluktur tıpkı aldatılmayı görmezden gelerek yaşamanın getirdiği ağır hafiflik gibi.

Benim çılgın projem ne kara parçalarını ayıracak cinsten ne de demokrasi getirecek cinsten.
Benim derdim kendimle.
Bitmek bilmeyen içsel davamı çözmekle.
Kabul edeyim dedim, ettim ama hala acısı var.
Seviyorum sağdakini soldakini, üst katımdan her gün bahçeme sigarasını, otunu yağdıran komşumu. Aynı zaman diliminde aynı vagonda seyahat ediyor işte benimle.
Köpeği var havlamaktan yırtılıyor neredeyse tüm gün tepemde.
Belli başlı gecelerde kronikleşen ses ritmleri ile uyutuyor beni.
Beraber hayatlar yaşıyoruz işte.
Çocukları koşturuyor salonda, bir uçtan bir uca.
Derken tam kahvemi içerken bahçede,
yeşil bir top iniyor tepeme.
Sarı benekleri var üzerinde.
Kızıyorum bir anda,
ama işte çocuk diyorsun en sonunda.
Ey yabancı gelelim sana,
Uzaktasın belki ama,
O kadar yakınsın ki bana.
Sıyrılmak istedikçe ben senden
daha çok batıyorsun sanki bana.
Kabul ediyorum evet
sevmişim işte sonunu görmeyerek...

Ne var işte, sevmek suç mu? herşeyi seviyorum, tombik arıları, minik örümcekleri, önümde sallanan dalları, daha tanımadığım ama tanıyacağım tüm canlıları... çılgın projem ise bir gün gelip bunları söylemek olurdu herhalde, ya da buna benzer şeyleri ondan duymak. bilemiyorum bireyler arası kablosuz iletişim denen şey var ise bu düşüncelerimden nasibini alıyor mudur? bilemiyorum, ama tek bildiğim seviyorum. öyle işte....

01 May 2011

Bir royal bir de normal düğünün ardından

Nisan ayını bir royal bir de royal olmayan halk düğünü ile itina ile geride bırakmış bulunuyorum. Dünya üzerindeki herhangi normal iki insandan farkları olmayan Kate ile William'ın evlenmesini, internetten an be an izleyen kalabalık grubun ben de bir parçasıydım. Utanarak söylüyorum ki, dünyada Obama'nın seçilmesinden sonra, internette izlenme rekorları kıran düğünü ne yazık ki ben de izledim. Aslında ne gariptir ki "amaaan umursamıyorum bana ne" deseniz de, içinizde bu dürtü ister istemez yaratılmış oluyor ve siz de merakınıza yenik düşüyorsunuz. Ayrıca anlam veremediğim bir şekilde bir düğün hakkında ne kadar spekülatif haberler üretilebilir konusundaki laf salatalarında sizin de tuzunuz bulunuyor. Aman efendim gelinliği falanca tasarımcı dikmiş, yok çok sadeymiş yok Grace Kelly tarzıymış, ıvır kıvır. Gelinliğin yanısıra davetlilerin kıyafetleri de spikerler için malzemeydi tabi. Kadın milleti olarak kılık kıyafetten sorumlu gönüllü bakanlarız hepimiz. Örneğin bbc spikeri David Cameron'un eşinin şapkasız gelmesini çok yadırgadığını belirtti. Hatta şapkalı katılımın şart koşulduğu davete başbakanın eşi olarak, şapkasız gelmenin çok ilginç olduğunun altını çizdi durdu... Gördüğünüz gibi ben de ne kadar dikkatli dinleyip, izlemişim. Adeta içime işlemiş :)
Gelelim royal düğünden sonra dün gitmiş olduğum normal halk düğününe. Sanırım damadı pek de sevmememe rağmen hiç bir zaman unutamayacağım bir düğün deneyimi oldu dün yaşadığım. Hikayemiz şöyle başlar; İspanyol damat ile fransız kızımız New Mexico'ya taşınacakları için 3,5 yıllık beraberliklerini aniden evliliğe taşımaya karar verirler. Apar topar hazırlıklar tamamlanır, sadece aile ve çalışma ortamlarındaki arkadaşlarının çağrılacağı küçük davet için hazırlanmaya ve 30 Nisan'daki düğünlerini duyurmaya başlarlar. (Sanmayın ki aylar öncesi, benim perşembe günü haberim oldu düğünden. diyebilirsiniz ki sen damadı sevmiyorsun ya o da seni sevmiyormuş demek ki, geç haber vermiş :) olabilir tabi.) Cumartesi sabah saat 10'da belediye salonunda toplanmak üzere duyuru yapılır. Epi topu 25 kişilik aile ve yakın çevreden oluşan topluluk gelin ve damadın imza törenleri için bir odaya alınır. Tören başlar, öncelikle 2 nur topu gibi iri kıyım İngiliz memur teyzelerde, tatil günü çalışmanın verdiği mutsuzlukla, "ah mutlu olmalıyız" duygularının çarpıştığını hissetmemek işten bile değildir. Ayrıca bu iri kıyım teyzelerden sarışın olanı neler yapmamız ve yapmamamız gerektiğini bize dikte eder, söyler diyemiyorum çünkü resmen komutan gibiydi :)) Tipik karşılıklı sözler verilir kısmından sonra gelin ve damat genel geçer yemin metinlerinin dışında kendileri kaleme aldıkları, bir nevi and niteliği taşıyan sözlerini açıklarlar. Önce damat başlar... (Hani benim pek sevmediğim, ukala ötesi ve acaip zeki olan. küçük bir ayrıntı, yanlış anlaşılmasın ama gördüğüm en zeki ispanyol olduğunu belirtmeliyim.) Adam ikinci cümlede hüngür hüngür ağlamaya başlar, ben şaka olduğunu düşünürken birden bire I LOVE YOU I LOVE YOU repliklerini hıçkırıklara boğar. Tahmin edileceği üzere salonda benim de dahil olduğum tüm bayan grubu ağlamaya başlar... Evet bundan sonrasındaki ilginçliklere de değineceğim fakat bana hayat dersi niteliği taşıyan bu olayı paylaşmadan edemedim. Sevmediğimi düşündüğüm bir insanın asla unutmayacağım bir hikayede baş rolde olması sanırım ön yargılarımı yönetmek için hayat dersi niteliğindeydi.
İmzalar da atıldıktan sonra, damadın ailesi,- ispanyol geleneği imiş - evli çiftin üzerine pirinç atılması için elimize 250grlık pirinç paketleri dağıttılar. Gelin ve damadı pirinç yağmuruna tuttuktan sonra saat 13'de kendi evlerinde organize edecekleri düğün yemeği için herkes salondan ayrıldı. Ev partisindeki yemekler ve ortam gerçekten son derece samimi, gösterişten uzak ve gerçekti. Ahtapot salatası, midye, ıstakoz, farklı türlerde salam sucuk türevi etler, zeytin, sangria :) say say bitmez... Sonra bir diğer ispanyol geleneği olarak bir anda damadın babası, damadın kravatını kesmek üzere grubu etrafına topladı. Damadın kravatı lime lime kesildikten sonra orada bulunanlara dağıtıldı. Bunun uğur getiren bir hatıra olduğu da belirtildi. İspanya'da kesilen bu parçalar açık arttırma usulü ile satılarak evli çift için para toplanmasına vesile olunuyormuş ama dün para toplama kısmını yapmadılar. Bahçede güneşin tadını çıkarırken damadın annesi elinde kocaman bir sepetle belirdi ve tüm kızlara üzerinde gelin ve damadın adının yazılı olduğu rengarenk yelpazelerden dağıtıldı. Erkeklere ise püro... :) Nikah şekeri yerine bu fikri çok tuttuğumu söylemeliyim.

Özetle çok keyifli bir gün geçirdiğimi söylemeliyim. Tanıdığımı zannedip hoşlanmadığım bir insanı ömür boyu hatırlanacak aktivite ile verilmiş sınavlar haneme ekledim...