23 September 2010

şiir sevmem ama yazarım...

Yalnızsam eğer şimdi
hadi uzatsan elini, gelsen geri
sever miyim seni eskisi gibi
özlüyorum belli
seni mi yoksa beni mi?

kafam güzel anladım ki ben MERLOT seviyorum. bir yandan da "sigaramın dumanına sarsam seni" çalıyor "ezginin günlüğü'nden"...  ben de ne diyorum "sigara içmem hatta nefret ederim ama sigaramın dumanına sarsam saklasam seni demek isterim :/"...

Afrikalı dostum

İşaret kaygısı güden yazar okuduğu kitaptan sonra kendisine Afrikalı bir dost edinir. Olaylara farklı anlamlar yüklemek istemiyorum ama geriye sarıp düşününce örtüşen, kesişen kümelerden de etkilenmeden edemiyorum. Afrikalı dostumdan bahsetmiştim size, ufak tefek, beline kadar simsiyah dalgalı saçları hiperaktif kişiliği ile tam bir aslan ve enerji yumağı...
burç manyağı değilim ama burçların dünyayı 12 grup insana ayırmasından ziyade, bölmüş olduğu kişilik gruplarındaki ortak özellikleri ile ilgilenmek hoşuma gidiyor. yani insanları ayıran sınırları sevmesem de ayrılmış sınırlar içindeki ortaklıklar ve sınırlar arası alanlardaki ortaklıklar ilgimi çekiyor. özetle sen ben farklıyız belki ama ortak yönlerimiz ne? ayrıca aslan olanları hissediyorum artık resmen, enerji düzeylerinden olsa gerek :)
konu burçlar değil elbet... konumuz oturduğum evin tam karşısındaki emlakçıda çalışan ve hukuk okuma isteğiyle yanıp tutuşan afrikalı dostum linda ile söyleştiklerimiz... bu sabah yine "tezin için ne yaptın" sorusuna makul cevaplar verebilme isteği ile güne başlamıştım ki birden aklıma "dereotlu poğaça" yapma fikri geldi... küçükken lakabım "boş işler müdürü" idi... sevgili anneciğim beni evdeki boş işler departmanında müdürlüğe layık görmüştü halbuki benden CEO bile çıkardı ya neyse :)
ben genelde midesel gıdalar üzerinde araştırma geliştirme çalışmaları yaparken hep aklıma birileri gelir ve "...ah keşke falanca gelse de beraber yesek" gibi şeyler  düşünürüm. yaşlılık belirtileri olsa gerek, beyin tanıdığı herkesi tarayarak yapılan yemeğe en uygun bireyi seçerek yalnızlığın önüne geçmeyi hedeflemektedir.

neyse işte sabah telefon Linda'dan...
gel dedim öğle aranda çaya kahveye,
ne olursal ol gel, 
yeter ki gel

ben nasıl olsa full time tembelim bu ara, tez bahanesiyle ev duvarlarına da hapsettim kendimi. bu denklem de karışık, size de olur mu bilemiyorum ama ne gezebiliyorum, ne de tez yazabiliyorum öylece mal gibi evde takılıyorum.

Linda geldi, hoplaya zıplaya.abartmıyorum burası gerçek acaip enerji dolu, cidden yoyo topu gibi :) bizim mutfak penceresi meğerse bunun takıldığı sanatçı (artist) ultrasonik yakışıklı ötesi amcanın evine bakıyormuş. önce bir heyecan yaptık karşılıklı, hayır bana ne oluyorsa anlamadım o kısmını. ben de genelde röntgencilik değil ama, oturduğum yerdeki komşularla göz teması gibi kablosuz kişisel iletişim araçlarını kullanmayı severim, onlar beni görmese de umrumda olmaz, ben ortalığı iyice scan ederim. Tam da yolun karşısındaki evlerde hep beyaz saçlı tonton amcaları görünce "ah ne mutlu" diye düşünürken, önünde kocaman bir ağaç yüzünden ne yaptığını göremediğim sanatçı amca çıktı... Yaw bari karşı ev resmim huzurlu olsun, tonton beyaz saçlı amcalar, mutlu genç bir çift var sonra, haftasonları balkonlarında kitap okuyorlar, çiçekleri falan... neyse bu sanatçı amca 44 yaşında olup 33 gösterenlerdenmiş... ama Linda'nın dediğine göre ciddi psikolojik sorunları var imiş ve anladığım eleman bu sorunlarını bahane olarak kullanmaya bayılıyor. Sorunu "bipolar disorder" ya da manik depresif diye tabir edilen kişilik bozukluğu, sorulduğunda ise sebep olarak babasıyla geçirdiği ilgisizlik yıllarını anlatıp duruyormuş. Lindacığımın  "aayyy aşkooommm" tiplemeli bir kız değil kesinlikle, hayatında yaşadığı şeyler için de şu ibareyi kullanıyor "anne babamın yaptıklarını anlatsam hapse girerim"... çok acılı, değişik bir hayatı var... ve gerçek... Linda'nın hayatı yanında mükemmel bir yaşamı olan artist amca sivrisinek bile değil aslında... bir süre beraber oluyorlar ama Linda bakıyor adam düzelecek gibi değil, manyak, karşı koyulmayacak derecede yakışıklı (görmedim bilmiyorum) ama fişi çekiyor... diyorum ya çok güçlü bir kız, bayılıyorum bu özelliğine... neyse aradan 1,5 yıl geçiyor ve olalaaa tekrar hortluyor amcaamız... hikaye burada kaldı devamını ben de merak ediyorum ama konu Linda ile sohbet olunca daldan dala daldan dala oluyor olay...
Sonuç: artist amcanın evinin önünde kocaman bir ağaç olduğu için hiçbirşey göremiyorum. poğaça işine girersem para kazanabilirim. tez için hiçbirşey yapmadım...

21 September 2010

Varsayımlara yer açalım...

Farkettim ki sabit fikirli olduğum için bazı saçma ön yargılarım var. Ama bu her zaman böyle değil. Aslında pamuk gibi olduğumu düşünüyorum ama sanırım doğadaki pamuğun içindeki çer çöp gibi bir sürü siyah benekcik de barındırıyorum bünyemde. Durum böyle ise derdini bilen dermanı da aramasını bilmeli. Herşey ihtiyaçlardan doğduğuna göre içsel arınma programı kapsamında bir dizi değişiklikler yapmaya karar verdim. "Beni sinirlendiren olayların hepsini sevdiğimi" varsayarak adım atmaya karar verdim. Varsayımları seviyorum ve aklıma hep şu örnek geliyor... Lise ve ortaokul yıllarındaki fizik derslerinde gündeme damgasını vuran sürtünmesiz ortam varsayımların en yalancısıydı belki. Gerçek hayatta böyle birşey mümkün olmayacağı için fizik problemlerinin çözülmesine olanak sağlamak adına sürtünmesiz ortam varsayımı hayatımızı kolaylaştırıyordu. İşte bu sebeple bundan sonra ben de hayatıma problemleri çözebilmek adına bir sürü varsayım almaya karar verdim... Adı üzerinde varsayım işte, gerçeklikten uzak problemsiz hayat...

20 September 2010

seni görüyorum...

hiç tanımadığım, uzak diyarlardaki insanların göz bebeklerinde beni görebiliyorsam bu sendendir, sendeki bendendir...

17 September 2010

Tutulma - Edward yok ama idare ediniz ben varım :)

Notre Dame'ın kamburuna benzediğim ya da Fred Çakmaktaş gibi tutulup kaldığım için yatay düzlemin verdiği konforla sesleniyorum. Vilmaaaa Vilmaaaaaa yetiş :)
Londra'da yakı bulmayı beklemediğimden, teknoloji harikası oksijen ile temas ettikçe belli bir sıcaklığa ulaşan sıcak bantlar ile biraz biraz iyi hissediyorum, ama geceleri tabutta yatarmışcasına tavanı izlemek, hayat denklemleri kurmama çok yardımcı oluyor cidden. tavsiye ederim. Bu genç yaşta düşmüş olduğum bu durumu gelecek yaşlarımın bana telgraf çekmesi olarak yorumluyorum.
Eski pakistanlı ev sahibimizin bir aylık kira kadar tutmakta olduğu depozitomuzu geri vermek istememesindeki haşin ısrarını, hiç tanımadığımız bir insanın yardım elini uzatmasıyla öyle güzel kırdık ki, hayatımdaki ilk çeki de bu sayede almış bulundum dolayısıyla. uzun uzadıya anlatıp kafa şişirmek istemiyorum ama bu sonuca ulaşmamız cidden mucize oldu diyebilirim. çünkü ev sahibimiz bizi mahkemeye vereceğini söylemişti ama haklı sebeplerimiz karşısında OK NE KADAR YAZIYORUM diyerek çeki yazıp elime tutuşturdu. henüz para hesabıma geçmemiş olduğu için bir rahatlama moduna geçemedim ama yabancı bir ülkede kanunu bilmediğini sanarak insanları aptal yerine koymaya çalışan solicitor bozuntusu adamı bozguna uğratmanın keyfine vardım. bunu tek başıma başaramazdım, hiç tanımadığım bir insanın HAKSIZLIĞA DAYANAMIYORUM diyerek bizimle gelmesi ve yardım etmesi işte beni hayata bağlayan ve şükrettiren sebep. inandığın sürece yalnız değilsin, bunu hissetmek çok güzel bir duygu. hayatı seviyorum, teşekkürler bir kez daha...
 :)

13 September 2010

düşünüyorum


geciktirmeden yazmalıyım dediğim güzel konser anılarımı kafa karışıklıklarım esir aldığından bohem dünyanın kapılarını aralayacağım. 12 Eylül sanırım tarihsel açıdan kendini hatırlatmaya ayarlanmış bir tarih. darbeci anayasaya karşı sözde demokratik, özde bullshit bir anayasanın demokratik koşullarda oylanmasından çıkan haksız sonuçların göğüsleneceği günler bekler güzel ülkemi... kıyı şeridinde gösterilen direncin iç bölgelerde olmaması, biz-siz ayrımını belirginleştiren bu koşullarda evet biz artık azınlığız... 12 DEV ADAM ne yapsın? yine de helal olsun, büyük başarı. ama yine de içim sıkılıyor, uykularım kaçıyor. varsın bakalım bu "demokrasi" Türklerin elinde nasıl maymuna dönecek cümle alem görsün?

08 September 2010

mesaj kaygısı güden insanın buldukları...

Dün yazı yazarken açık olan TV'den bir söz kulağıma çarptı, çarptı diyorum çünkü gerçekten çok hoşuma gitti, ne yazık ki filmin adını sanını cismini yakalayamadım ve bulamadım... "spirituality is not a religion. Religion divides people whereas spirituality unites them."

Afrikalı Leo - Amin Maalouf


Okuduğum her kitabın bir hikayesi oluyor muhakkak. Ve bu hikayedeki kahramanlar ile kitabı okuduğunuz süre içinde görünmez bir ilişki içinde oluyorsunuz sanki. Bahsettiğim kahramanlar kitaptaki kahramanlar değil, size kitabı ulaştıran, bulaştıran, tanıştıran kişiler. İşte bu yüzden birinden kitap hediye almak ve birine kitap hediye etmek çok hoşuma gidiyor. Bazen fiziksel anlamda bu hediye alışverişi gerçekleşemese bile, fikrine, içgörüsüne değer verdiğim insanların tavsiyelerine hep önem veriyorum. İşte bu defa da başlıkta sözü edilen kitabı bana ulaştıran, blog sayesinde tanıma fırsatı bulduğum can dostum ikram oldu.
Havaalanında beni uğurlarken bu kitabı bana hediye etmek istediğini söyledi. İşin güzel tarafı, kitabı okuduğum sürece "yalnız değilim" duygusu çok hoşuma gidiyor. neyse uzatmadan kitapla ilgili düşünce ve paylaşımlarıma geçmek istiyorum.

"Afrikalı Leo, gerçek bir yaşam öyküsünden çıkarılmış düşsel bir yaşamöyküsü: "Bir berberin sünnet ettiği, bir Papazın vaftiz ettiği" Hasan ibn Muhammed el-Vezzan ez Zeyyati alias/namıdiğer Giovanni Leone de Medici'nin, Leo Africanus yani Afrikalı Leo'nun özyaşamöyküsü - yazmış olsaydı yazacağı gibi... Amin Maalouf, bu ilk romanında - daha sonra Semerkant, Tanios Kayası, Doğunun Limanları, Yüzüncü Ad ve öteki romanlarında da yapacağı gibi- tarihle/tarihten olağanüstü bir halı dokuyor. Bir uçan halı... " (Kitabın arka kapağından aynen alınmıştır.)

şimdi bu aralar biraz takık olduğum şey ise kitabın orjinal dilinde basıldığı tarih ile türkçe olarak ilk basıldığı tarih arasındaki fark. Bu kitabımız ilk olarak 1986 yılında basılmış 1993 yılında ise Türkçe'ye çevrilmiş. (Ben 2010'da okudum, utanç verici benim açımdan)

Gelelim hediye olarak aldığınız kitaplardaki serüvene... Özellikle size verilen kitapta, ulaştıran kişinin (kahramanın) izlerine raslamak ise çok eğlenceli. Altı çizilen satırlarda özellikle durup düşünüyor ve diğer tarafın neler düşünmeye çalıştığını hayal ediyorsunuz.

Altı çizilesi yerler ve notlarım ise şöyle;

s.11 - "Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyancası konuştuğumu duyacaksın; çünkü bütün diller ve bütün dualar benim dillerim, benim dualarım. Fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrı'ya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim."
s.22 - "... Tanrı böbürlenen insanları sevmez."
s.40 - "Ölüm yaşamımızın iki ucundan tutmakta:
           Yaşlılık ölüme, çocukluktan daha yakın değildir."
s.143 - "Sen ki bunca kitap okumuşsun, çok uzun zaman önce bir sultanın annesinin, oğlu doğduğu zaman ne dediğini bilmiyor musun? Akıllı olman için dua etmiyorum. Akıllı olursan aklını güçlülerin hizmetine verirsin. Talihli olmanı istiyorum ki akıllı insanlar sana hizmet etsinler."
s. 159 - "Bir toplum en güçsüz bireyini yalnız bıraktığı anda dağılmaya başlar." (bu en sevdiğim kısmıydı)
s. 182 - "Bedevi bir kadına bir gün en çok hangi çocuğunu sevdiğini sormuşlar. Kadın şöyle yanıt vermiş: 'Hasta olanı iyileşene kadar, en küçüğünü büyüyene kadar, yolda olanı da eve dönene kadar."
s.199 - "Birçok kişi varsıl olmak için dünyayı dolaşır. Oysa sen, oğlum, dünyayı dolaşırken varsıllığa rastlayacaksın." (ehheeh bundan istiyorum ben de)
s.205 - "... varsıllık ve güç, sağduyunun düşmanıdır. Bir buğday tarlasında kimi başakların dik durduğunu, kimilerinin de boyun büktüğünü görmüyor musun? Dik duranların içi boştur. Öyleyse seni bana getiren, ve böylece Tanrı'nın yardımıyla sana varsıllık yollarını açan alçakgönüllülüğü elden bırakma."
s.208 - "Yaş yirmi olursa, akıllıca davranmamak akıllılıktır." (ben bunun her yaş için geçerli olduğunu düşünüyorum ihihi)
s.321 - "Erdem, eğer bazı kabahatlerle yumuşatılmazsa sağlıksız, inanç kimi kuşkularla gölgelenmezse sağlıksız olur." (***** :)
s.373 - "İnsanların görüşünü dar bulduğun zaman kendi kendine Tanrı'nın ülkesinin çok geniş olduğunu söyle; O'nun elleri çok geniştir, O'nun yüreği de çok geniştir. Uzaklara gitmek, denizler, sınırlar, ülkeler, inançlar aşmak fırsatı çıktığı zaman hiç duraksama." (belki de en sevdiğim kısmı buydu, son)

07 September 2010

U2 İstanbul Konseri ve düet...

Sanırım dün bütün İstanbul Olimpiyat Stadı'nda U2 konserindeydi...Uzakta olunca ancak facebookdan yapılan güncellemeler sayesinde kim nerede ne yapıyor gibi bilgilerine kolaylıkla erişebiliyorsunuz. (şu an yoldayız, şu an kuyruktayız, OMG OMG) (tamam ayrıca sinir de oluyorsun o ayrı)
Konsere gitmek gibi olmaz tabi ama aşama aşama gitmiş kadar hissettim neredeyse.
Konserin ilginç tarafı U2'nun düet yapmak üzere Zülfü Livaneli'de karar kılmış olması. Zülfü Livaneli'nin twitter hesabındaki bilgilere göre Ferhat Göçer ve Zülfü Livaneli arasındaki düet çekişmesinde U2 tercihini Zülfü Livaneli'den yana yapmış. Kesinlikle çok daha doğru bir karar olmuş. Ama yine işin ilginç yanıdır ki Türkiye'nin siyasi konularına karışmaktan kendini alamayan Bono zamanında ermeni soykırımını tanımayan Türkiye'yi ayıplamışken şimdi Zülfü Livaneli'yi seçerek her tarafı sanki memnun etmek ister gibi bir hamle yapmış.
Neyse konumuz müzik olunca yapılan düete yer verelim...


U2 Istanbul - Bono & Zülfü Livaneli Düet
Uploaded by sazsozben. - Music videos, artist interviews, concerts and more.

bol bilinmeyenli denklem ve bazı sabitler

aralıksız izlenen romantik komedilerin bünyede yarattığı tarifsiz duyguların, filmin mutlu veya mutsuz sonla bitmesine bağlı olarak değişkenlik gösterdiği bünyemde hiçliğin yarattığı boşluk mu yoksa boşluğun doldurduğu hiçlik mi baskın güç?

05 September 2010

Bir Pazar Sabahı

Eski evimizde tüm çiçeklerini dökmüş, kel aynak gibi iki sopadan ibaret olan orkideyi yeni eve taşınmamız sırasında, sokaklarda elimde taşırken bana çok gülmüştü ev arkadaşlarım... aslında şunu kabul edebilirim, biraz "homeless" gibi bir haldeydim, elimde saksı ve saksının içinde ümitsiz bir çiçek... ama ben yalnız bırakmak istemedim onu, orkidelerin çiçeklerini dökse bile atılmaması gerektiğini zamanı gelince yeniden çiçeklendiğini biliyorum... ayrıca bir de eski çiçeklerimi özlerken Londra'da bana yoldaş olacak bir çiçek bulmam gerekiyordu işte buldum, adı HOPE :) bu isim de çok klişe biliyorum ama yine bin bir dert arasında emlakçılarla uğraşırken yeni emlakçımızdaki Cindy (isme aldanmayın hint asıllı bir ingiliz, kocası müslüman olduğu için sonradan müslüman olmuş ve kendi ailesi tarafından dışlanmış) elimdeki çiçeği görünce "aa bunu niye getirdin ki?" gibilerinden beni yadırgadı, ben de o sırada hemencecik bir tomurcuk parçası gösterek "bak işte, umut var bunda" (there is HOPE) dedim... herkes gülmüştü... ehehe işte bizim HOPE yeni yerini sevmenin gazıyla küçük bir yaprakcıkla gelecek çiçeklerini müjdeledi...
 mutfak penceremden bu satırları yazarken bir yandan da ev ahalisinin kalkmasını ve onlar için hazırladığım süpriz kahvaltıyı görmelerini istiyorum. Menümüzde zeytinli ekmek var. Umarım güzel olmuştur. Sonrasında ise Londra'nın belli başlı sokaklarının trafiğe kapatılıp bisikletlerin tekeline geçmesine destek vermek üzere Mayor of London's Sky Ride a katılmayı düşünüyoruz.